Hacı Bektaş Veli’nin bu eserini sadeleştirerek hazırlayan yazar Ahmet TEKİN kitaba Anadolu’nun nasıl yurt edinildiğini, ne tür fedakârlıklar yapıldığını, günümüzde ülkemiz üzerinde oynanmak istenen oyunları, devletin önemini ve toplumsal değerlere sahip çıkılması gerektiğini ifade ederek başlamıştır. Yazar, Hacı Bektaş Veli’nin şahsiyetini ve Türk ve İslam âlemi için önemini belirttikten sonra asıl eseri on bir bölümde toplamış müteakiben asıl esere Hz. Muhammed’in hayatının kısa bir özetini ve Veda Haccı’nda yaptığı konuşmayı dâhil etmiştir.
Yazar Ahmet TEKİN, Hacı Bektaş Veli’nin dini ve tasavvufi konulardaki duygu ve düşüncelerini açıkladığı makâlât esereni açık, sade ve anlaşılır bir üslupla okuyucuya sunmuş, ayetlerin açıklanmasında kendi özgün ifadelerini kullanmıştır.
Hacı Bektaş Veli dini ve tasavvufi konulardaki duygu ve düşüncelerini Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetler ve hadislerle, bazı bölümlerini ise, sadece ayetlerle anlatmaya çalışılmıştır.
Hacı Bektaş Veli kitabın birinci bölümünde Allah’ın insanları dört türlü nesneden yarattığını ve dört bölüğe ayırdığını belirtmiştir. Yaratmış olduğu dört bölük insanlardan birinci bölüğün âbidler (şeriata uyanlardır ve asılları yeldendir. “Yel şifa verici, hem de kuvvettir.” ), ikinci bölüğün ihtiraslarını ve dünya zevklerini terk eden zahitler (bunların aslı ateştendir ve bunlar tarikat ehlidir. ), üçüncü bölüğün kendilerini ve Rablerini tanıyan arifler (bunların aslı sudandır ve bunlar marifet bölüğüdür. “Su, hem kendi temizdir, hem de temizleyicidir.” ), dördüncü bölüğü ise âşıklar (bunlar hakikat ehlidir ve bunların aslı topraktandır. Toprak teslimiyet ve rızayı teslim eder. ) olarak tanımlamıştır.
İkinci bölümde Hacı Bektaş Veli insanların Tanrıya kırk makamda erişebileceklerini ve dost olabileceklerini, bu kırk makamın ise on tanesinin şeriat, on tanesinin tarikat, on tanesinin marifet, son on tanesinin de hakikat içinde olduğunu düşünmektedir.
Hacı Bektaşi Veli üçüncü bölümde şeriatın emir ve hükümlerini açıklamıştır. Ona göre şeriatın birinci emri iman etmektir. İkinci emri ilim öğrenmektir. Üçüncü emri namaz kılmak, zekât vermek, oruç tutmak, gücü ve imkânı olanın hacca gitmesi, seferberlik olunca kaçmayıp düşmana karşı savaşmak ve cünüp olunca temizlenmesidir. Dördüncü emri helalinden kazanmak ve faizi haram bilmektir. Beşinci emri evlenmek, nikâh kıymaktır. Altıncı emri, eşleriniz hayız ve loğusa halinde iken cinsi münasebeti haram bilmektir. Yedinci emir, Hz. Peygamberin sünnetine riayet edenlere, cemaate katılmaktır. Sekizinci emir, şefkattir. Dokuzuncu emir, temiz yemek ve temiz giyinmektir. Onuncu emir, iyiliği, meşru olanı emredip kamu düzeni sağlamak, kötülüğü, suçu yasaklayıp kamu güvenliğini temindir.
Dördüncü bölümde tarikata giden yolları, usulleri açıklamıştır. Ona göre tarikata giden ilk yol, pirden el alıp günahlardan vazgeçip Allah’a itaate yönelmekle, tövbe etmekle başlar. Tarikata gidişin ikinci yolu mürit olmaktır. Tarikatın üçüncü usulü saç kesmek ve elbise değiştirmektir. Tarikatın dördüncü usulü nefisle mücadele ederek olgunlaşmaktır. Beşinci kural hizmet etmektir. Altıncı kural korku halinde bulunmaktır. Yedinci kural ümit halinde bulunmaktır. Sekizinci kural hırka, zenbil, makas, seccade, subha, iğne ve asadır. Dokuzuncu kural makamları, rütbeleri tek tek elde ederek ilerlemek, etrafına cemaat toplamak, nasihatlerde bulunmak, herkesi sevmektir. Onuncu kural aşk, şevk, sefa ve yoksulluk içinde yaşamaya tahammüldür.
Beşinci bölümde Allah’ı ve kendini tanımayı, makamları ve derecelerini açıklamıştır. Bu bölüm on makamdan oluşmaktadır. Birinci makam edepli olmak, ikinci makam devamlı korku halinde bulunmak, üçüncü makam perhizkârlık, dördüncü makam sabır ve kanaat, beşinci makam utanmak, altıncı makam cömertlik, yedinci makam ilim, sekizinci makam yoksulluk içinde yaşamaya tahammül, dokuzuncu makam rabbini tanımak, onuncu makam kendini bilmektir.
Altıncı bölümde hakikate ermenin makamları ve dereceleri açıklanmıştır. Hakikatin birinci derecesi toprak olmak, ikinci derecesi yetmiş iki milleti ayıplamamak, üçüncüsü elinden geleni esirgememektir, dördüncüsü dünyada yaratılmış bulunan bütün varlıkların kendisine güvenmesi, emin olması, beşincisi mülk ve hükümranlık sahibine yüzünü sürüp, yüz su-yu yaratılış sebebi olan Muhammed’in nurunu bulmak, altıncısı sohbette hakikat sırlarını açıklamak, yedincisi seyr-i sulûk, sekizincisi sırrı saklamak, dokuzuncusu münâcat, dua, onuncusu ise Tanrı’nın rızasına kavuşmaktır.
Yedinci bölümde marifetin mahiyeti açıklanmıştır. Hacı Bektaş Veli’ ye göre gönülde iki sultan vardır, bunlardan biri rahmani diğeri ise şeytanidir. Rahmani sultanın adı akıl, vekili iman ve muhafızı yoksulluğa tahammüldür. Kalbin sağ kulakçığında yedi kale vardır ve Allah bu yedi kaleye yedi muhafızı vekil etmiştir. Bunlar ilim, cömertlik, hayâ, sabır perhizkârlık, korku halinde yaşamak ve edepli olmaktır.
Sekizinci bölümde ise şeytanın hallerini açıklamıştır. Gönüldeki ikinci sultan iblistir. Şeytanında vekili nefistir, muhafızları ise, kibir, haset, cimrilik, açgözlülük, öfke, gıybet, kahkaha ve alay etmektir. Bunlar da kalbin sol kulakçığında bulunur ve sağ kulakçıktaki muhafızlar ile çatışma halindedirler. Bu bölümde ayrıca şeytani duyguları yenmenin yolları anlatılmıştır.
Dokuzuncu bölümde marifet makamının tevhit anlayışı, onuncu bölümde Âdem a.s.’ın yaratılışı ve özellikleri, on birinci bölümde ise Âdem a.s.’ın neslinin çoğalması ve vasıfları açıklanmıştır.
12 Ocak 2014 Pazar
Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra
Don Kişot, Miguel De Cervantes Saavedra.
İnsanların, olayları oldukları gibi değil kendi istedikleri gibi kabul etmesi
İspanyanın Mancha ilinin bir köyünde fazla zengin olmayan, elli yaşlarında, yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıf Kişot adında soylu bir bey yaşar. Bu soylu bey sabahları erken kalkar, avdan çok hoşlanır ve boş kaldığı zamanlarda şövalye romanları okumaya bayılır. Bu işi öyle tutku ile yapar ki, öteki işlerinin çoğunu unutur. Gün geçtikçe; soylu bey kendini okumaya iyice kaptırır ve o kadar ileri gider ki, verimli topraklarının bir kısmını satıp şövalye romanları alarak, gece gündüz hiç durmadan okumaya başlar. Zihni kavgalarla, meydan okumalarla, aşklarla ve tutkularla dolar. Sonunda devletin iyiliği ve kendi kişisel ünü için zırhını giyer; bütün haksızlıkları gidermek ve ölümsüz bir ün kazanmak maksadıyla; dünyayı dolaşıp gezginci şövalye olmaktan başka bir şey yapamayacağına inanır.
Şövalyelik için ilk işi dedesinden kalma zırhı temizlemek olur; diğer eksikleri ise kartonla tamamlar. Sonra ahıra gidip atını gözden geçirir; ona bir ad bulabilmek için tam dört gün düşündükten sonra “Rosscinante” adını verir. Atına isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmiştir. Kendisine isim bulabilmek için ise sekiz gün düşünür; sonunda “Don Kişot” adını bulur. Kişiliğini tamamladıktan sonra sıra aşık olacak bir kadın aramaya gelir. Kendisine, habersiz olarak aşık olduğu genç ve güzel bir köylü kızı olan “Aldonzo Laranzo”yu seçer ve ona “Dulcinea de Tosobo” adını verir.
Don Kişot, kafasındaki tatlı fikirleri gerçekleştirmek için gecenin ikisinde yatağından kalkar, zırhını giyinir, silahını kuşanır ve daha sonra ahıra gidip atını eğerler. Şatosundan süratle uzaklaşır ve yol kenarındaki bir hana girer. Don Kişot orada hancının önüne diz çöker ve “Sayın Dere Beyi Vali” diyerek kendisini şövalye ilan edip zırhını ona giydirmesi için yalvarır. Hancı şövalye olabilmesi için onu hanın arkasına götürür ve burada sabaha kadar nöbet tutmasını söyler. Sabah olduğunda hancı elindeki hesap defterini açarak “orenus orenus” der; ve kılıcı asilzadenin beline kuşatır. Hancı, “lütfen ayağa kalkınız şövalye” der ve tören biter.
Don Kişot handan uzaklaşırken şövalye olması nedeniyle, sevinçten uçmaktadır. Bundan sonra, kendisine bir seyis lazım olduğunu düşünür ve “Panza” adındaki küçük bir çiftlikte oturan bir delikanlı aklına gelir. Bu maksatla ormanda ilerlerken, Don Kişot karşıdan atlarının üzerinde bezirganların geldiğini görür ve onlara sövüp saymaya başlar. Bunun üzerine bezirganlardan iyice bir dayak yer ve ayağa kalkamaz hale gelir. Don Kişot’un komşusu Aldonzo onu yolda bulur ve evine götürür. Yeğenleri onun bu halini merak edince; onlara “devlerle savaştığını ve onları kaçırdığını” anlatır. Ertesi sabah Don Kişot’un derin uyuduğu sırada arkadaşları olan papaz ile berber şatoya gelirler. Hizmetçiden kitap odasının anahtarını alarak kitapları yakarlar. Kitap odasının duvarını da ördürerek kapatırlar. Donkişot’un uyandıktan sonra ilk işi kitap odasına yönelmek olur; fakat odasının kapısını yerinde görmeyince çok şaşırır. Hizmetçisi ve yeğenini çağırıp kitap odasının nerede olduğunu sorar. Yeğeni tüm kitapları şeytanın götürdüğünü ve giderken de kapıyı bu hale getirdiğini söyler; bu söylenenleri hizmetçisi de destekler.
Don Kişot iyileştikten sonra sık sık Sonca Panza’nın evine gider ve ona şövalyelik mesleğinin şan ve şerefinden bahsederek kandırmaya çalışır. Nihayet; ona savaş sırasında kazandığı topraklardan bir kısmını vereceğini söyler ve onu ikna eder. İyice iyileştikten sonra da Sonca Panza’nın yanına gider ve ayrılacakları günü ve saati belirlerler. İki dost kararlaştırdıkları gün ve saatte yola çıkarlar; dağlar tepeler aşarlar ve ilerde bir yel değirmeni görürler. Don Kişot “işte devler, nasıl da hain ve acımasızca kılıçlarını çekmiş bakıyorlar” der; Sonca “aman efendimiz karşımızda gördüğünüz devler değil sadece yel değirmeni” dese de; Don Kişot “sus ben devler dediysem devlerdir” der ve yel değirmenlerine saldırır. Yel değirmeni, Don Kişot’u çevirir ve yere çarpar; ikinci hamlede de aynısı olur. Sonca koşarak efendisinin yanına gelir; sonra değirmenciye değirmenleri durdurtur. Efendisini yara bere içerisinde ayağa kaldırır, birkaç gün sonra Don Kişot iyileşir ve tekrar yola koyulurlar. Yorulup mola verdiklerinde; oradan geçen serseri grubu zavallı Sanco’nun zayıf eşeği ile Don Kişot’un asil atı ile uğraşmaya başlarlar. Don Kişot yine tehditler ve meydan okumalarla haydutların üzerine yürür; bu sefer de haydutlardan dayak yerler. Bu halde bir hana giderler. Hanın sahibi, hancının karısı, üç ayak boyunda minicik Avustralyalı bir hizmetçi ve hancının kızı Don Kişot’u bir muşamba içine sararlar ve yaralarını tedavi ederler.
Bir müddet handa kalırlar. Hancının masraflarını nasıl karşılayacakları sorusun üzerine; Don Kişot “bir şövalye asla kaldığı bir handa para ödemez” der ve handan çıkar. Hancı bunun üzerine Sonca’yı sıkıştırarak ondan para ister. Kargaşayı duyan hanın yakınındaki çalışanlar hancının yanına gelir ve yere bir battaniye sererek Sanco’yu içine koyar daha sonra da havaya atarlar. Sanco’nun feryatlarını duyan Don Kişot uzaklaştığı şatoya geri döner ve dostu Sanco Panza’yı onların elinden alarak çıkar giderler.
Ertesi gün kahramanlarımız yeni bir maceraya atılırlar. Sanco Panza ve Don Kişot yürürken karşıdan atlılar ve boyunları zincirli kişilerin geldiklerini görürler. Don Kişot mahkumlara yönelerek suçlarını sorar; birincisinin suçu aşık olmaktır, ikincisinin suçu şarkı söylemektir, üçüncüsünün suçu para kesesi çalmaktır, dördüncüsünün suçu borcunu ödememektir, beşincisinin suçu ise diğerlerinin suçunun toplamından daha fazladır. Don Kişot tüm mahkumların serbest bırakılmasını ister; muhafızlardan biri bunun kralın emri olduğunu ve yapamayacaklarını söyler. Don Kişot muhafızın üzerine atlar ve savaş başlar. Tüm mahkumlar zincirlerini kırarak muhafızlara saldırırlar. Don Kişot kavganın ardından, mahkumlardan, onlar için yaptıklarını gidip Dulcine’ye anlatmalarını ister. Bu konuda fazla ısrar etmesi üzerine, mahkumlar dayanamayıp Don Kişot ve Sonca’yı taşlar ve oradan kaçarlar.
Sonca Panza burada fazla durmak istemez; muhafızların Santa Hermondad polisi ile beraber geri geleceklerine şüphe yoktur. Bu nedenle; efendisine, bir an evvel buradan gitmelerini rica eder. Uzunca dil dökmeden sonra Don Kişot’u buradan gitmeye razı eder ve yola çıkarlar. Yolda giderken; Don Kişot’un aklına, sevgilisi için bir dağda bir çok delik açan “Amadis De Gavlez” gelir ve Dulcine’ye olan aşkını bu şekilde kanıtlayacağına inanır. Bunun üzerine; Sierra Morena ormanına çekilir ve çile çıkarmaya başlar. Dulcine De Tosobo’ya bir mektup yazarak, Sonca’nın bu mektubu ona götürmesini ve onun için yaptıklarını bir bir anlatmasını ister.
Sonca efendisinin atı ile kısa sürede şehre gider; şehirde berber ve papaz ile karşılaşır. Berber ve papaz ona Don Kişot’un nerede olduğunu sorarlar; Sonca “bunu söylemem hayatıma mal olur” der. Papazın kızması ve ısrarı üzerine; “efendi Sierra Morena dağında çile çekiyor” der. Panza ile berber Don Kişot’un yazdığı mektubu tekrar tekrar okurlar ve uzun uzun düşündükten sonra bir çözüm yolu bulurlar. Bir kız bularak Don Kişot’u bu davranışlarından vazgeçirmeye karar verirler. Papaz akrabası olan bir kızı bulur; berber de kılık değiştirir ve yola çıkarlar. Ormana geldiklerinde Sonca önden giderek Don Kişot’a geldiklerini haber verir. Daha sonra kız (Prenses Micamica), Don Kişot’un yanına gelerek ondan yüzünü güldürüp üzüntüsünü gidermek için yardım ister; bunun için bir devi öldürmesi gerektiğini söyler. Ertesi gün papaz, berber, prenses, Sonca ve Don Kişot yola çıkarlar. Akşama doğru bir hana gelirler.
Don Kişot’u eve götürmek isteyen papaz ve berber oturup bir plan yaparlar. Plan gereği bir at arabası kiralayıp üzerine de kafes yaparlar. Hayalet kılığına girerek Don Kişot’un odasına girerler ve onu yatağa bağlarlar. Don Kişot uyanınca ona şan ve şöhretinin artması için yardım ettiklerini söylerler. Daha sonra Don Kişot’u kafese koyar ve köyüne getirirler. Papaz ve berber, tekrar gitmemesi için önlem alarak şatoyu göz hapsinde tutarlar.
Bir sabah yine Sanco efendisinin ziyaretine gittiğinde onu odanın içinde gezinirken bulur. Don Kişot iyice dinlenmiş ve kendine gelmiştir. Sanco ona ne zaman yola çıkacaklarına sorar. “Dostlarım papaz ve berber şatoyu göz hapsinde tutuyorlar bu biraz zor olacak” der. Sanco: “Ben sizin eşyalarınızı parça parça dışarıya çıkarır ve bayırın altındaki koruluğa koyarım” der. Bu planı Don Kişot da beğenmiştir. Birkaç güne kadar Don Kişot tüm eşyalarını dışarıya çıkarttırır. Don Kişot yeğenine atını gezdirmesi için Sanco’ya vermesini ister. Sanco atı da alarak koruluğa götürür. O gece Don Kişot herkes uyuduktan sonra şatodan ayrılır. Sanco ile birlikte Tosobo köyünün yolunu tutarlar.
Don Kişot’un tekrar şatodan ayrıldığını öğrenen papaz ile berber onu tekrar getirebilmek için yeni bir plan yaparlar. Berber şövalye kılığına papaz ise seyis kılığına girerek onun bulunduğu ormana giderler. Karşılaştıklarında; Don Kişot şövalye kılığındaki berberin Dulcine için söylediği sözlere tahammül edemez ve savaşmaya başlarlar. Bir mızrak darbesiyle yere düşürdüğü şövalyenin kaskını açıp yüzüne baktığında dehşete düşer; bu kişi dostu berberdir. Ancak; Don Kişot, bunun büyücü Fleston’un bir oyunu olduğunu düşünür ve onu öldürmez. Ona “ölene kadar Dulcine De Tosobo’nun esiri olduğunu ve her gittiği yerde onun kahramanlıklarından bahsederse canını bağışlayacağını” söyler. Ardından Don Kişot ile seyisi Sanco hiç vakit kaybetmeden yeni maceralara atılmak için Saragoza’nın yolunu tutarlar.
İlerlerken karşılarına bir araba çıkar. Don Kişot arabanın önüne çıkarak “dur” emrini verir. Don Kişot arabanın sahibine sorular yöneltir; adam arabanın içinde iki kafes olduğunu ve kafesin içinde de iki aslan olduğunu söyler. Don Kişot ona emir vererek kafesin kapılarını açtırır. Aslan karşısında elinde kılıcı ve keskin bakışlarıyla durmaktadır. Aslan sağa sola baktıktan sonra kafesin dibine döner. Don Kişot aslanın ondan korktuğu için savaşmadığını düşünür ve sevinir. Don Kişot, bundan sonra unvanını “Aslanlar Şövalyesi” olarak değiştirir.
Don Kişot ve Sanco tekrar yola çıkarlar. İki gün sonra karşıdan dört kişinin geldiğini görürler. Bunların ikisi bayağı köylü ikisi ise öğrencidir. Don Kişot onlara yaklaşır ve nereye gittiklerini sorar. Öğrenciler bir düğüne gittiklerini söylerler. Düğün, yörenin en zengin çiftçisine aittir. Kızın adı Quteria, adamın ki ise Camacho’dur. Biraz ayak üstü sohbet ettikten sonra köyün yolunu tutarlar. Hava kararmıştır; fakat düğün yeri meşalerle gündüz gibi aydınlatılmıştır. Don Kişot ve Sanco biraz ileri gidip geceyi büyük bir tarlada geçirirler. Sabah olduğunda düğün yerine gelirler. Herkes şaşkın bir halde onlara bakmakta ve gelenlerin kim olduğunu birbirlerine sormaktadır. Quiteria ve Gamacho gelirken öğrencilerin Don Kişot’a bahsettiği Quiteria’ya deliler gibi aşık olan Basilio, konvoyun önüne geçer ve düğün alanını büyük bir sessizlik kaplar. Basilio bir hancer cıkararak göğsüne saplar ve yere yığılır. Bir ara Basilio gözlerini aralar ve konuşur. Don Kişot onun daha fazla ızdırap çekmeyip ölmesi için Olisio’yla manevi olarak evlendirilmesini önerir. Papaz da bu öneriyi kabul ederek onları evlendirir ve birden bire Basilio ayağa kalkar. Herkes şaşırmıştır. Bu oyulmuş bir tavuk göğsünden başka bir şey değildir. Bu bir savaş hilesidir; Gamacho’nun adamlarının üzerlerine yürümesi ile Don Kişot onlara tehditler savurur. Gamacho ve adamları korkup geri çekilirler. Basililo ise Don Kişot ve Sanco’yu evine davet eder. Don Kişot ve seyisi, Basilio’nun evinde birkaç gün misafir kaldıktan sonra bir sabah izin alarak yola koyulurlar.
Kahramanlarımız yollarına devam ederler. Bundan sonra da başlarından bir çok macera geçer. Daha sonra Don Kişot yemyeşil bir ovada ava çıkmış güzel bir kadına rastlar. Bu kadının Düşeş olduğunu sonradan öğrenirler. Düşeş ile eşi Dük, maceracılarımızı şatolarına kabul ederler. Dük bir ada sahibidir ve adası için bir vali aramaktadır. Don Kişot da silahşörüne bir ada valiliği vaat ettiğinden Sanco’yu o adaya vali ilan ederler. Fakat Sanco valilik işini en fazla bir hafta sürdürebilir; tabii bu sırada Düşeş ile Dük kahramanlarımıza bir çok oyunlar oynarlar.
Günlerden bir gün Don Kişot ile silahşörü tekrar maceralarına atılmak için yola çıkarlar. Yine her zaman olduğu gibi gidecekleri yolun yönünü Rossinante’ye bırakırlar. İki gün boyunca hiçbir macera yaşamazlar fakat üçüncü gün bir kasabaya gelirler. Kasaba San Jan karnavalini kutlamaktadır. Herkes garip kıyafetler giydiğinden kimse Don Kişot ile Sanco’ yu yadırgamaz. Hemen kahramanlarımızı aralarına alırlar ve dans ederler. Tam o sırada atına binmiş bir şövalye eğlenceyi bölerek Don Kişot’a yine kendi sevgilisinin Dulcine’den güzel olduğunu itiraf etmek için onu savaşa zorlar. Fakat Don Kişot’un bilmediği şey, bu şövalyenin yine Karrasko (berber) olduğudur. Karrasko, eğer yenecek olursa, kahramanımız evine çekilip bir süreliğine silah almayacak ve şövalyelikten vazgeçecektir. Don Kişot kabul eder ve savaşı kaybeder. Don Kişot, şövalyelik kanunlarına tamamıyla uyar ve hemen köyüne döner.
Ondan sonra Don Kişot’un sağlığı kötüye gider. Yaptığı deliliklerden pişmanlık duyar. Gün geçtikçe daha fenalaşır. Sonunda hayata gözlerini yumar.
İnsanların, olayları oldukları gibi değil kendi istedikleri gibi kabul etmesi
İspanyanın Mancha ilinin bir köyünde fazla zengin olmayan, elli yaşlarında, yapısı sağlam, vücudu ince, yüzü zayıf Kişot adında soylu bir bey yaşar. Bu soylu bey sabahları erken kalkar, avdan çok hoşlanır ve boş kaldığı zamanlarda şövalye romanları okumaya bayılır. Bu işi öyle tutku ile yapar ki, öteki işlerinin çoğunu unutur. Gün geçtikçe; soylu bey kendini okumaya iyice kaptırır ve o kadar ileri gider ki, verimli topraklarının bir kısmını satıp şövalye romanları alarak, gece gündüz hiç durmadan okumaya başlar. Zihni kavgalarla, meydan okumalarla, aşklarla ve tutkularla dolar. Sonunda devletin iyiliği ve kendi kişisel ünü için zırhını giyer; bütün haksızlıkları gidermek ve ölümsüz bir ün kazanmak maksadıyla; dünyayı dolaşıp gezginci şövalye olmaktan başka bir şey yapamayacağına inanır.
Şövalyelik için ilk işi dedesinden kalma zırhı temizlemek olur; diğer eksikleri ise kartonla tamamlar. Sonra ahıra gidip atını gözden geçirir; ona bir ad bulabilmek için tam dört gün düşündükten sonra “Rosscinante” adını verir. Atına isim bulduktan sonra sıra kendisine gelmiştir. Kendisine isim bulabilmek için ise sekiz gün düşünür; sonunda “Don Kişot” adını bulur. Kişiliğini tamamladıktan sonra sıra aşık olacak bir kadın aramaya gelir. Kendisine, habersiz olarak aşık olduğu genç ve güzel bir köylü kızı olan “Aldonzo Laranzo”yu seçer ve ona “Dulcinea de Tosobo” adını verir.
Don Kişot, kafasındaki tatlı fikirleri gerçekleştirmek için gecenin ikisinde yatağından kalkar, zırhını giyinir, silahını kuşanır ve daha sonra ahıra gidip atını eğerler. Şatosundan süratle uzaklaşır ve yol kenarındaki bir hana girer. Don Kişot orada hancının önüne diz çöker ve “Sayın Dere Beyi Vali” diyerek kendisini şövalye ilan edip zırhını ona giydirmesi için yalvarır. Hancı şövalye olabilmesi için onu hanın arkasına götürür ve burada sabaha kadar nöbet tutmasını söyler. Sabah olduğunda hancı elindeki hesap defterini açarak “orenus orenus” der; ve kılıcı asilzadenin beline kuşatır. Hancı, “lütfen ayağa kalkınız şövalye” der ve tören biter.
Don Kişot handan uzaklaşırken şövalye olması nedeniyle, sevinçten uçmaktadır. Bundan sonra, kendisine bir seyis lazım olduğunu düşünür ve “Panza” adındaki küçük bir çiftlikte oturan bir delikanlı aklına gelir. Bu maksatla ormanda ilerlerken, Don Kişot karşıdan atlarının üzerinde bezirganların geldiğini görür ve onlara sövüp saymaya başlar. Bunun üzerine bezirganlardan iyice bir dayak yer ve ayağa kalkamaz hale gelir. Don Kişot’un komşusu Aldonzo onu yolda bulur ve evine götürür. Yeğenleri onun bu halini merak edince; onlara “devlerle savaştığını ve onları kaçırdığını” anlatır. Ertesi sabah Don Kişot’un derin uyuduğu sırada arkadaşları olan papaz ile berber şatoya gelirler. Hizmetçiden kitap odasının anahtarını alarak kitapları yakarlar. Kitap odasının duvarını da ördürerek kapatırlar. Donkişot’un uyandıktan sonra ilk işi kitap odasına yönelmek olur; fakat odasının kapısını yerinde görmeyince çok şaşırır. Hizmetçisi ve yeğenini çağırıp kitap odasının nerede olduğunu sorar. Yeğeni tüm kitapları şeytanın götürdüğünü ve giderken de kapıyı bu hale getirdiğini söyler; bu söylenenleri hizmetçisi de destekler.
Don Kişot iyileştikten sonra sık sık Sonca Panza’nın evine gider ve ona şövalyelik mesleğinin şan ve şerefinden bahsederek kandırmaya çalışır. Nihayet; ona savaş sırasında kazandığı topraklardan bir kısmını vereceğini söyler ve onu ikna eder. İyice iyileştikten sonra da Sonca Panza’nın yanına gider ve ayrılacakları günü ve saati belirlerler. İki dost kararlaştırdıkları gün ve saatte yola çıkarlar; dağlar tepeler aşarlar ve ilerde bir yel değirmeni görürler. Don Kişot “işte devler, nasıl da hain ve acımasızca kılıçlarını çekmiş bakıyorlar” der; Sonca “aman efendimiz karşımızda gördüğünüz devler değil sadece yel değirmeni” dese de; Don Kişot “sus ben devler dediysem devlerdir” der ve yel değirmenlerine saldırır. Yel değirmeni, Don Kişot’u çevirir ve yere çarpar; ikinci hamlede de aynısı olur. Sonca koşarak efendisinin yanına gelir; sonra değirmenciye değirmenleri durdurtur. Efendisini yara bere içerisinde ayağa kaldırır, birkaç gün sonra Don Kişot iyileşir ve tekrar yola koyulurlar. Yorulup mola verdiklerinde; oradan geçen serseri grubu zavallı Sanco’nun zayıf eşeği ile Don Kişot’un asil atı ile uğraşmaya başlarlar. Don Kişot yine tehditler ve meydan okumalarla haydutların üzerine yürür; bu sefer de haydutlardan dayak yerler. Bu halde bir hana giderler. Hanın sahibi, hancının karısı, üç ayak boyunda minicik Avustralyalı bir hizmetçi ve hancının kızı Don Kişot’u bir muşamba içine sararlar ve yaralarını tedavi ederler.
Bir müddet handa kalırlar. Hancının masraflarını nasıl karşılayacakları sorusun üzerine; Don Kişot “bir şövalye asla kaldığı bir handa para ödemez” der ve handan çıkar. Hancı bunun üzerine Sonca’yı sıkıştırarak ondan para ister. Kargaşayı duyan hanın yakınındaki çalışanlar hancının yanına gelir ve yere bir battaniye sererek Sanco’yu içine koyar daha sonra da havaya atarlar. Sanco’nun feryatlarını duyan Don Kişot uzaklaştığı şatoya geri döner ve dostu Sanco Panza’yı onların elinden alarak çıkar giderler.
Ertesi gün kahramanlarımız yeni bir maceraya atılırlar. Sanco Panza ve Don Kişot yürürken karşıdan atlılar ve boyunları zincirli kişilerin geldiklerini görürler. Don Kişot mahkumlara yönelerek suçlarını sorar; birincisinin suçu aşık olmaktır, ikincisinin suçu şarkı söylemektir, üçüncüsünün suçu para kesesi çalmaktır, dördüncüsünün suçu borcunu ödememektir, beşincisinin suçu ise diğerlerinin suçunun toplamından daha fazladır. Don Kişot tüm mahkumların serbest bırakılmasını ister; muhafızlardan biri bunun kralın emri olduğunu ve yapamayacaklarını söyler. Don Kişot muhafızın üzerine atlar ve savaş başlar. Tüm mahkumlar zincirlerini kırarak muhafızlara saldırırlar. Don Kişot kavganın ardından, mahkumlardan, onlar için yaptıklarını gidip Dulcine’ye anlatmalarını ister. Bu konuda fazla ısrar etmesi üzerine, mahkumlar dayanamayıp Don Kişot ve Sonca’yı taşlar ve oradan kaçarlar.
Sonca Panza burada fazla durmak istemez; muhafızların Santa Hermondad polisi ile beraber geri geleceklerine şüphe yoktur. Bu nedenle; efendisine, bir an evvel buradan gitmelerini rica eder. Uzunca dil dökmeden sonra Don Kişot’u buradan gitmeye razı eder ve yola çıkarlar. Yolda giderken; Don Kişot’un aklına, sevgilisi için bir dağda bir çok delik açan “Amadis De Gavlez” gelir ve Dulcine’ye olan aşkını bu şekilde kanıtlayacağına inanır. Bunun üzerine; Sierra Morena ormanına çekilir ve çile çıkarmaya başlar. Dulcine De Tosobo’ya bir mektup yazarak, Sonca’nın bu mektubu ona götürmesini ve onun için yaptıklarını bir bir anlatmasını ister.
Sonca efendisinin atı ile kısa sürede şehre gider; şehirde berber ve papaz ile karşılaşır. Berber ve papaz ona Don Kişot’un nerede olduğunu sorarlar; Sonca “bunu söylemem hayatıma mal olur” der. Papazın kızması ve ısrarı üzerine; “efendi Sierra Morena dağında çile çekiyor” der. Panza ile berber Don Kişot’un yazdığı mektubu tekrar tekrar okurlar ve uzun uzun düşündükten sonra bir çözüm yolu bulurlar. Bir kız bularak Don Kişot’u bu davranışlarından vazgeçirmeye karar verirler. Papaz akrabası olan bir kızı bulur; berber de kılık değiştirir ve yola çıkarlar. Ormana geldiklerinde Sonca önden giderek Don Kişot’a geldiklerini haber verir. Daha sonra kız (Prenses Micamica), Don Kişot’un yanına gelerek ondan yüzünü güldürüp üzüntüsünü gidermek için yardım ister; bunun için bir devi öldürmesi gerektiğini söyler. Ertesi gün papaz, berber, prenses, Sonca ve Don Kişot yola çıkarlar. Akşama doğru bir hana gelirler.
Don Kişot’u eve götürmek isteyen papaz ve berber oturup bir plan yaparlar. Plan gereği bir at arabası kiralayıp üzerine de kafes yaparlar. Hayalet kılığına girerek Don Kişot’un odasına girerler ve onu yatağa bağlarlar. Don Kişot uyanınca ona şan ve şöhretinin artması için yardım ettiklerini söylerler. Daha sonra Don Kişot’u kafese koyar ve köyüne getirirler. Papaz ve berber, tekrar gitmemesi için önlem alarak şatoyu göz hapsinde tutarlar.
Bir sabah yine Sanco efendisinin ziyaretine gittiğinde onu odanın içinde gezinirken bulur. Don Kişot iyice dinlenmiş ve kendine gelmiştir. Sanco ona ne zaman yola çıkacaklarına sorar. “Dostlarım papaz ve berber şatoyu göz hapsinde tutuyorlar bu biraz zor olacak” der. Sanco: “Ben sizin eşyalarınızı parça parça dışarıya çıkarır ve bayırın altındaki koruluğa koyarım” der. Bu planı Don Kişot da beğenmiştir. Birkaç güne kadar Don Kişot tüm eşyalarını dışarıya çıkarttırır. Don Kişot yeğenine atını gezdirmesi için Sanco’ya vermesini ister. Sanco atı da alarak koruluğa götürür. O gece Don Kişot herkes uyuduktan sonra şatodan ayrılır. Sanco ile birlikte Tosobo köyünün yolunu tutarlar.
Don Kişot’un tekrar şatodan ayrıldığını öğrenen papaz ile berber onu tekrar getirebilmek için yeni bir plan yaparlar. Berber şövalye kılığına papaz ise seyis kılığına girerek onun bulunduğu ormana giderler. Karşılaştıklarında; Don Kişot şövalye kılığındaki berberin Dulcine için söylediği sözlere tahammül edemez ve savaşmaya başlarlar. Bir mızrak darbesiyle yere düşürdüğü şövalyenin kaskını açıp yüzüne baktığında dehşete düşer; bu kişi dostu berberdir. Ancak; Don Kişot, bunun büyücü Fleston’un bir oyunu olduğunu düşünür ve onu öldürmez. Ona “ölene kadar Dulcine De Tosobo’nun esiri olduğunu ve her gittiği yerde onun kahramanlıklarından bahsederse canını bağışlayacağını” söyler. Ardından Don Kişot ile seyisi Sanco hiç vakit kaybetmeden yeni maceralara atılmak için Saragoza’nın yolunu tutarlar.
İlerlerken karşılarına bir araba çıkar. Don Kişot arabanın önüne çıkarak “dur” emrini verir. Don Kişot arabanın sahibine sorular yöneltir; adam arabanın içinde iki kafes olduğunu ve kafesin içinde de iki aslan olduğunu söyler. Don Kişot ona emir vererek kafesin kapılarını açtırır. Aslan karşısında elinde kılıcı ve keskin bakışlarıyla durmaktadır. Aslan sağa sola baktıktan sonra kafesin dibine döner. Don Kişot aslanın ondan korktuğu için savaşmadığını düşünür ve sevinir. Don Kişot, bundan sonra unvanını “Aslanlar Şövalyesi” olarak değiştirir.
Don Kişot ve Sanco tekrar yola çıkarlar. İki gün sonra karşıdan dört kişinin geldiğini görürler. Bunların ikisi bayağı köylü ikisi ise öğrencidir. Don Kişot onlara yaklaşır ve nereye gittiklerini sorar. Öğrenciler bir düğüne gittiklerini söylerler. Düğün, yörenin en zengin çiftçisine aittir. Kızın adı Quteria, adamın ki ise Camacho’dur. Biraz ayak üstü sohbet ettikten sonra köyün yolunu tutarlar. Hava kararmıştır; fakat düğün yeri meşalerle gündüz gibi aydınlatılmıştır. Don Kişot ve Sanco biraz ileri gidip geceyi büyük bir tarlada geçirirler. Sabah olduğunda düğün yerine gelirler. Herkes şaşkın bir halde onlara bakmakta ve gelenlerin kim olduğunu birbirlerine sormaktadır. Quiteria ve Gamacho gelirken öğrencilerin Don Kişot’a bahsettiği Quiteria’ya deliler gibi aşık olan Basilio, konvoyun önüne geçer ve düğün alanını büyük bir sessizlik kaplar. Basilio bir hancer cıkararak göğsüne saplar ve yere yığılır. Bir ara Basilio gözlerini aralar ve konuşur. Don Kişot onun daha fazla ızdırap çekmeyip ölmesi için Olisio’yla manevi olarak evlendirilmesini önerir. Papaz da bu öneriyi kabul ederek onları evlendirir ve birden bire Basilio ayağa kalkar. Herkes şaşırmıştır. Bu oyulmuş bir tavuk göğsünden başka bir şey değildir. Bu bir savaş hilesidir; Gamacho’nun adamlarının üzerlerine yürümesi ile Don Kişot onlara tehditler savurur. Gamacho ve adamları korkup geri çekilirler. Basililo ise Don Kişot ve Sanco’yu evine davet eder. Don Kişot ve seyisi, Basilio’nun evinde birkaç gün misafir kaldıktan sonra bir sabah izin alarak yola koyulurlar.
Kahramanlarımız yollarına devam ederler. Bundan sonra da başlarından bir çok macera geçer. Daha sonra Don Kişot yemyeşil bir ovada ava çıkmış güzel bir kadına rastlar. Bu kadının Düşeş olduğunu sonradan öğrenirler. Düşeş ile eşi Dük, maceracılarımızı şatolarına kabul ederler. Dük bir ada sahibidir ve adası için bir vali aramaktadır. Don Kişot da silahşörüne bir ada valiliği vaat ettiğinden Sanco’yu o adaya vali ilan ederler. Fakat Sanco valilik işini en fazla bir hafta sürdürebilir; tabii bu sırada Düşeş ile Dük kahramanlarımıza bir çok oyunlar oynarlar.
Günlerden bir gün Don Kişot ile silahşörü tekrar maceralarına atılmak için yola çıkarlar. Yine her zaman olduğu gibi gidecekleri yolun yönünü Rossinante’ye bırakırlar. İki gün boyunca hiçbir macera yaşamazlar fakat üçüncü gün bir kasabaya gelirler. Kasaba San Jan karnavalini kutlamaktadır. Herkes garip kıyafetler giydiğinden kimse Don Kişot ile Sanco’ yu yadırgamaz. Hemen kahramanlarımızı aralarına alırlar ve dans ederler. Tam o sırada atına binmiş bir şövalye eğlenceyi bölerek Don Kişot’a yine kendi sevgilisinin Dulcine’den güzel olduğunu itiraf etmek için onu savaşa zorlar. Fakat Don Kişot’un bilmediği şey, bu şövalyenin yine Karrasko (berber) olduğudur. Karrasko, eğer yenecek olursa, kahramanımız evine çekilip bir süreliğine silah almayacak ve şövalyelikten vazgeçecektir. Don Kişot kabul eder ve savaşı kaybeder. Don Kişot, şövalyelik kanunlarına tamamıyla uyar ve hemen köyüne döner.
Ondan sonra Don Kişot’un sağlığı kötüye gider. Yaptığı deliliklerden pişmanlık duyar. Gün geçtikçe daha fenalaşır. Sonunda hayata gözlerini yumar.
Çanakkale'de Savaşanlar Dediler ki, Ruşen Eşref Ünaydın
Çanakkale'de Savaşanlar Dediler ki, Ruşen Eşref Ünaydın. Çanakkale Savaşı’ndan sonra Ruşen Eşref ÜNAYDIN’ın savaşa katılan beş kişi ile değişik yer ve zamanlarda yaptığı mülakatlar.
ÜNAYDIN’ın bu kitaba koyduğu beş yazı, Birinci Dünya Savaşının sonlarında ve 1918’in ilk yarısında Yeni Mecmua dergisinde yayınlanmıştır. 1959 yılında ise vefat etmeden önce Uluğ İğdemir’e bu anıları yayınlanması için tekrar göndermiş; fakat önsözünü yazamadan vefat etmiştir. Kitabın önsözü Uluğ İğdemir tarafından kaleme alınmıştır. Şimdi kitapta geçen beş yazı ile ilgili bilgi verilecektir.
Ayaşlı Ecir Bin Mustafa:
Yazar, Mustafa’yı orta boylu, kırmızı yanaklı ve yayıkça burunlu biri olarak tanımlamaktadır. Mustafa’nın üzerinde tüylü bir bez kaputu bulunmaktadır.
Mustafa, Ayaşlıdır (Ankara), Çanakkale Savaşı’nda 124’üncü Alayda, Kirte’nin sağ cenahında görev yapmış ve bir gözünü kaybetmiştir.
Mustafa, 50 metreden daha az bir mesafeden düşmanla muharebeye girdiğini ve muharebe ettiği İngilizlerin çok korkak olduklarını anlatmıştır. Kendisinin katıldığı bir çatışmada lağımları patlatarak düşmana çok büyük zayiat verdirdiklerini ve daha sonra dört kişiyle düşmanın mevzilerine gizlice sızdıklarını fakat kimseleri bulamadıklarını belirtmiştir.
Ruşen Eşref, Mustafa’nın muhayyele ve muhakemesi henüz tam olgunlaşmamış birine benzediğini, fakat anlattığı şeyleri zevkle dinlediğini belirtmiştir. Mülakatın sonunda Mustafa’nın kendisine yazdıklarının hepsinin cerideye işlenip işlenmeyeceğini sorduğunu; evet cevabını alınca biraz sevinç belirtisi gösterdiğini de eklemiştir.
Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı
Yazar, Hüseyin için koca enseli babayiğit yeniçeri benzetmesini yapmış; fakat Hüseyin’in biraz durgun olduğunu da belirtmiştir.
Hüseyin, Afyonkarahisar’ın Sandıklı kazasının Kusura köyündendir. Çanakkale’de onbaşı olarak savaşmış; kolundan, bileğinden ve parmağından yaralanmıştır.
Kendisi savaşta Seddülbahir tarafında bulunmuş, Donuz Deresine girmiş ve Kanlı Dere’ye çıkmıştır. Kanlı Derede geçen muharebelerden sonra Kirte köyünde bulunmuştur. Kitre Muharebelerinde düşmanın çok şiddetli şekilde taarruz ettiğini, başlangıçta çok zayiat verdiklerini, takviye gelmesiyle komutanları Yüzbaşı Hüseyin Efendi’nin “Haydi evlatlarım! Anamız bizi bu günler için doğurdu!” demesiyle karşı taarruza geçtiklerini ve taarruz sonunda İngilizlerin kaçtıklarını belirtmiştir. O da İngilizlerin korkaklığından bahsetmiştir. Bu muharebeler esnasında yaralanıp parmağını kaybettiğini ancak arkadaşlarının ikazıyla fark ettiğini anlatmıştır.
Bu bölümün sonunda Ruşen Eşref, Çanakkale’yi böyle saf, tertemiz vatan sevgisi ile dolu insanlar sayesinde kazandığımızı belirtmiştir.
Ali Oğlu Mehmet Çavuş
Yazar, Mehmet Çavuş’un daha önce gelen arkadaşlarına göre bira daha düzgün kılıklı ve muntazam duruşlu olduğunu, biraz vilayet görmüş birine benzediğini ifade etmiştir.
Mehmet Çavuş, vilayetinin Ankara, sancağının Çorum, kazasının ise Osmancık olduğunu belirtmiştir.
Mehmet Çavuş, Donuz deresinde muharebelere katıldığını ve burada bölüklerin nasıl siperlerden atladıklarını, nasıl hücum ettiklerini, tel örgülere, projektörle ve amansız şarapnel parçalarına aldırmadan düşmanın üstüne nasıl çullandıklarını çok güzel tasvir ederek anlatmıştır. En sonunda ise katıldığı muharebede Soğanlıdere’de sancaktarın vurulması üzerine alay sancağını alarak taşıdığını gururla anlatmıştır.
Mülazım-ı Evvel Ruhî Bey:
Yazar, Harbiye Nezaretine (Milli Müdafaa Bakanlığı) yaptığı ziyarette çok değerli subaylarla tanıştığını ve bunların içinden herkesin kahraman olarak tanıttığı Ruhi Bey ile yaptığı mülakatı anlatmaktadır.
Ruhi Bey, Çanakkale’de Karargah ve Muhafız Bölük Komutanı olarak görev yapmıştır. Savaşta yalnızca Çanakkale cephesinde değil aynı zamanda Kafkas Cephesinde de savaşmış çok büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Ruhi Bey bu kahramanlıklarından birisinde, Bölge Komutanları Kaymakam Mahmut Bey’in emriyle, düşman uçağını düşürdüklerini ve pilotlardan birini esir aldıklarını anlatmaktadır. O günlerde esir almanın fevkalade önemli bir olay olduğunu ve düşmanın moralini, niyetlerini bu sayede öğrenmek istediklerini belirtmektedir.
Ruhi Bey anılarında bu esir aldıkları İngiliz’i serbest bırakırken, onun Türklerin cesurluk ve kahramanlıklarından bahsettiğini ifade etmiştir.
Mülakatın sonunda Ruhi Bey zamanın dolduğunu belirtmiş nizami bir selam vermiş ve sağlam adımlarla odayı terk etmiştir. Ayrıca Ruşen Eşref Ruhi Bey’in kahramanlıklarının daha sonra muhtelif gazetelerde yayınlandığını da belirtmiştir.
Yüzbaşı Emin Ali Bey:
Mülakat, zamanında Almanlar tarafından yapılan kabartma Çanakkale haritalarının bulunduğu bir odada yapılmıştır. Yazar bu harita için bütün muharebeleri ve o gaza topraklarını uçaktan izliyormuş gibi gösterdiğini ifade etmiştir.
Emin Ali Bey düzgün ifadeler ile uzun ve hararetle muharebeleri anlatmıştır. Seddülbahir’den çıkan İngilizleri, Kirte Muharebelerinde Alçı Tepe mevkiinde durdurduklarını, Anafartalar Muharebelerinde İngiliz ve Avusturalyalıların birlikte hücum etmesine rağmen başarılı olamadıklarını anlatmıştır.
Kendisinin savaş esnasında Arıburnu ve Seddülbahir’de bulunduğunu; buradaki muharebelerde Türk Ordusunun başında hakim bir komuta heyeti bulunması durumunda askerlerin atalarından gelen harp ve fedakarlık seciyelerini sergilediklerini belirtmiştir.
Emin Bey, kahraman askerlerden Sarı İbrahim’in yaptığı işin marifetini anlatmıştır. Sarı İbrahim yaralanmasına rağmen sürüne sürüne mevzilerimize kadar gelerek düşmanın yapacağı baskını bildirmiştir.
Anlatılanlardan birisi de Ulvi Beyin yaptığı kahramanlıktır. Ulvi Bey yaralandıktan sonra ayağı kesilmesi icap etmiş; fakat o bir daha bölüğünün başına gitmeme endişesiyle bunu kabul etmemiştir.
Çanakkale’yi tavaf:
Rahmetli Ruşen Eşref’in Çanakkale’yi Tavaf adını verdiği mektup, Çanakkale Dergisinde, Çanakkale Zaferinin 35.yıldönümünde yayınlanan bir yazıdır.
Bu mektupta Ruşen Eşref, 1925 yılında Gazi Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir heyetin gemiyle Çanakkale Savaşının geçtiği bölgeye yaptığı ziyaretten bahsetmektedir. Yazar bu gezi esnasında gök, deniz, güneş ve toprağın bölgenin eşsiz güzelliklerini mucize gibi gösterdiğini belirtmektedir. Fakat bu gezi esnasında yabancı mezarlıkların beyaz çiçek bahçeleri gibi olduğunu görmüş ve “Yenenler işsiz, yenilenler belli” yorumunda bulunmuştur.
Yazar bu mektubunda yazdıklarının, Çanakkale’nin büyüklüğü karşısında çok cüzi olduğunu, kelimelerinin o manayı duyuracak güce sahip olmadığını belirtmiştir.
ÜNAYDIN’ın bu kitaba koyduğu beş yazı, Birinci Dünya Savaşının sonlarında ve 1918’in ilk yarısında Yeni Mecmua dergisinde yayınlanmıştır. 1959 yılında ise vefat etmeden önce Uluğ İğdemir’e bu anıları yayınlanması için tekrar göndermiş; fakat önsözünü yazamadan vefat etmiştir. Kitabın önsözü Uluğ İğdemir tarafından kaleme alınmıştır. Şimdi kitapta geçen beş yazı ile ilgili bilgi verilecektir.
Ayaşlı Ecir Bin Mustafa:
Yazar, Mustafa’yı orta boylu, kırmızı yanaklı ve yayıkça burunlu biri olarak tanımlamaktadır. Mustafa’nın üzerinde tüylü bir bez kaputu bulunmaktadır.
Mustafa, Ayaşlıdır (Ankara), Çanakkale Savaşı’nda 124’üncü Alayda, Kirte’nin sağ cenahında görev yapmış ve bir gözünü kaybetmiştir.
Mustafa, 50 metreden daha az bir mesafeden düşmanla muharebeye girdiğini ve muharebe ettiği İngilizlerin çok korkak olduklarını anlatmıştır. Kendisinin katıldığı bir çatışmada lağımları patlatarak düşmana çok büyük zayiat verdirdiklerini ve daha sonra dört kişiyle düşmanın mevzilerine gizlice sızdıklarını fakat kimseleri bulamadıklarını belirtmiştir.
Ruşen Eşref, Mustafa’nın muhayyele ve muhakemesi henüz tam olgunlaşmamış birine benzediğini, fakat anlattığı şeyleri zevkle dinlediğini belirtmiştir. Mülakatın sonunda Mustafa’nın kendisine yazdıklarının hepsinin cerideye işlenip işlenmeyeceğini sorduğunu; evet cevabını alınca biraz sevinç belirtisi gösterdiğini de eklemiştir.
Hüseyin oğlu Mustafa Onbaşı
Yazar, Hüseyin için koca enseli babayiğit yeniçeri benzetmesini yapmış; fakat Hüseyin’in biraz durgun olduğunu da belirtmiştir.
Hüseyin, Afyonkarahisar’ın Sandıklı kazasının Kusura köyündendir. Çanakkale’de onbaşı olarak savaşmış; kolundan, bileğinden ve parmağından yaralanmıştır.
Kendisi savaşta Seddülbahir tarafında bulunmuş, Donuz Deresine girmiş ve Kanlı Dere’ye çıkmıştır. Kanlı Derede geçen muharebelerden sonra Kirte köyünde bulunmuştur. Kitre Muharebelerinde düşmanın çok şiddetli şekilde taarruz ettiğini, başlangıçta çok zayiat verdiklerini, takviye gelmesiyle komutanları Yüzbaşı Hüseyin Efendi’nin “Haydi evlatlarım! Anamız bizi bu günler için doğurdu!” demesiyle karşı taarruza geçtiklerini ve taarruz sonunda İngilizlerin kaçtıklarını belirtmiştir. O da İngilizlerin korkaklığından bahsetmiştir. Bu muharebeler esnasında yaralanıp parmağını kaybettiğini ancak arkadaşlarının ikazıyla fark ettiğini anlatmıştır.
Bu bölümün sonunda Ruşen Eşref, Çanakkale’yi böyle saf, tertemiz vatan sevgisi ile dolu insanlar sayesinde kazandığımızı belirtmiştir.
Ali Oğlu Mehmet Çavuş
Yazar, Mehmet Çavuş’un daha önce gelen arkadaşlarına göre bira daha düzgün kılıklı ve muntazam duruşlu olduğunu, biraz vilayet görmüş birine benzediğini ifade etmiştir.
Mehmet Çavuş, vilayetinin Ankara, sancağının Çorum, kazasının ise Osmancık olduğunu belirtmiştir.
Mehmet Çavuş, Donuz deresinde muharebelere katıldığını ve burada bölüklerin nasıl siperlerden atladıklarını, nasıl hücum ettiklerini, tel örgülere, projektörle ve amansız şarapnel parçalarına aldırmadan düşmanın üstüne nasıl çullandıklarını çok güzel tasvir ederek anlatmıştır. En sonunda ise katıldığı muharebede Soğanlıdere’de sancaktarın vurulması üzerine alay sancağını alarak taşıdığını gururla anlatmıştır.
Mülazım-ı Evvel Ruhî Bey:
Yazar, Harbiye Nezaretine (Milli Müdafaa Bakanlığı) yaptığı ziyarette çok değerli subaylarla tanıştığını ve bunların içinden herkesin kahraman olarak tanıttığı Ruhi Bey ile yaptığı mülakatı anlatmaktadır.
Ruhi Bey, Çanakkale’de Karargah ve Muhafız Bölük Komutanı olarak görev yapmıştır. Savaşta yalnızca Çanakkale cephesinde değil aynı zamanda Kafkas Cephesinde de savaşmış çok büyük kahramanlıklar göstermiştir.
Ruhi Bey bu kahramanlıklarından birisinde, Bölge Komutanları Kaymakam Mahmut Bey’in emriyle, düşman uçağını düşürdüklerini ve pilotlardan birini esir aldıklarını anlatmaktadır. O günlerde esir almanın fevkalade önemli bir olay olduğunu ve düşmanın moralini, niyetlerini bu sayede öğrenmek istediklerini belirtmektedir.
Ruhi Bey anılarında bu esir aldıkları İngiliz’i serbest bırakırken, onun Türklerin cesurluk ve kahramanlıklarından bahsettiğini ifade etmiştir.
Mülakatın sonunda Ruhi Bey zamanın dolduğunu belirtmiş nizami bir selam vermiş ve sağlam adımlarla odayı terk etmiştir. Ayrıca Ruşen Eşref Ruhi Bey’in kahramanlıklarının daha sonra muhtelif gazetelerde yayınlandığını da belirtmiştir.
Yüzbaşı Emin Ali Bey:
Mülakat, zamanında Almanlar tarafından yapılan kabartma Çanakkale haritalarının bulunduğu bir odada yapılmıştır. Yazar bu harita için bütün muharebeleri ve o gaza topraklarını uçaktan izliyormuş gibi gösterdiğini ifade etmiştir.
Emin Ali Bey düzgün ifadeler ile uzun ve hararetle muharebeleri anlatmıştır. Seddülbahir’den çıkan İngilizleri, Kirte Muharebelerinde Alçı Tepe mevkiinde durdurduklarını, Anafartalar Muharebelerinde İngiliz ve Avusturalyalıların birlikte hücum etmesine rağmen başarılı olamadıklarını anlatmıştır.
Kendisinin savaş esnasında Arıburnu ve Seddülbahir’de bulunduğunu; buradaki muharebelerde Türk Ordusunun başında hakim bir komuta heyeti bulunması durumunda askerlerin atalarından gelen harp ve fedakarlık seciyelerini sergilediklerini belirtmiştir.
Emin Bey, kahraman askerlerden Sarı İbrahim’in yaptığı işin marifetini anlatmıştır. Sarı İbrahim yaralanmasına rağmen sürüne sürüne mevzilerimize kadar gelerek düşmanın yapacağı baskını bildirmiştir.
Anlatılanlardan birisi de Ulvi Beyin yaptığı kahramanlıktır. Ulvi Bey yaralandıktan sonra ayağı kesilmesi icap etmiş; fakat o bir daha bölüğünün başına gitmeme endişesiyle bunu kabul etmemiştir.
Çanakkale’yi tavaf:
Rahmetli Ruşen Eşref’in Çanakkale’yi Tavaf adını verdiği mektup, Çanakkale Dergisinde, Çanakkale Zaferinin 35.yıldönümünde yayınlanan bir yazıdır.
Bu mektupta Ruşen Eşref, 1925 yılında Gazi Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir heyetin gemiyle Çanakkale Savaşının geçtiği bölgeye yaptığı ziyaretten bahsetmektedir. Yazar bu gezi esnasında gök, deniz, güneş ve toprağın bölgenin eşsiz güzelliklerini mucize gibi gösterdiğini belirtmektedir. Fakat bu gezi esnasında yabancı mezarlıkların beyaz çiçek bahçeleri gibi olduğunu görmüş ve “Yenenler işsiz, yenilenler belli” yorumunda bulunmuştur.
Yazar bu mektubunda yazdıklarının, Çanakkale’nin büyüklüğü karşısında çok cüzi olduğunu, kelimelerinin o manayı duyuracak güce sahip olmadığını belirtmiştir.
Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Emin Erişirgil
1914’te Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na girdiği dönemde Almanya ekonomi bakımından olduğu gibi fikir bakımından da devlet üzerinde etkili olmaktaydı. Bu dönemde eğitimin ıslahı için Almanya’dan getirilecek profesörlerle üniversitelere takviye yapılmasına karar verilmişti. Ancak bu karara tıp ve hukuk camiasından şiddetli itiraz geldiği için daha ziyade bu takviyenin fen ve edebiyat alanlarında yapılmasına karar verilmişti. Aslında bu kararın nedeni fen ve edebiyat fakültelerinde alanının uzmanı, sözünü dinletebilen hocaların olmaması idi.
İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.
Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.
Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir.
1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;
1. Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,
2. Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,
3. Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,
4. Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,
5. Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,
6. Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,
7. Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.
Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır.
Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:
Harabîsin, Harabati değilsin,
Gözün mazidedir, âti değilsin.
demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:
Ne harabî, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.
İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı.
Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.
1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur.
Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.
1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.
Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.
İşte bu dönemden bir yıl kadar sonra İstanbul yatılı liselerinden birinin müdürü olan 24 yaşında bir genç Edebiyat Fakültesi Felsefe Doçentliğine atanmıştı. Her Perşembe günü adet olduğu üzere O da diğer Öğretim Üyeleri gibi çay sohbeti için profesörler meclis odasına gitti. Kitabın yazarı M.Emin Erişirgil olan bu genç doçentin yanına kısa bir süre sonra İstanbul Üniversitesindeki ilk sosyoloji profesörü olan Ziya Gökalp geldi ve uzunca bir süre kendisiyle sohbet etti. Yazarın Ziya Gökalp ile ilk tanışması bu şekilde olmuştur.
Bir gazetede memurun oğlu olan Mehmet Ziya (daha sonra Gökalp) Diyarbakır'da doğmuştur. Derslerinde çok ön plana çıkmayan Ziya Gökalp aslında okuma ve öğrenme konusunda ileri seviyede bir kabiliyete sahipti. O zamanlarda babasının “Batı ve Doğu bilim adamlarının eserlerini okumak ve karşılaştırmak” sözleri Ziya Gökalp’i çok etkilemiş, o dönemden sonra bu nasihati kendine tam anlamıyla benimsemiştir.
Gençliğinde idadi’nin son sınıfındayken geçirdiği fikir bunalımı sonucu intihara teşebbüs etmiş, ancak kurşun alnının kemiğine saplanmış ve şans eseri hayatta kalmıştır. Bu olaydan bir yıl sonra İstanbul'a giderek Baytar Mektebine kaydını yaptırmıştır. Daha önce Jön Türklerin fikirlerinden etkilenen Gökalp, 1985 yılında İstanbul'da gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin üyesi olmuştur. 1900'de tutuklanarak 10 ay hapis yattıktan sonra şartlı tahliye edilerek Diyarbakır’a gönderilmiştir. Burada amcasının kızıyla evlenmiştir.
1908’de meşrutiyetin ilanında Diyarbakır’da İttihat ve Terakki adına Allah’ın kelamının ve Peygamberinin meşrutiyeti emrettiğini anlatmaya başlamış, 31 Mart vaka’sında Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten bir süre sonra artık İstanbul’a gitmeye karar vermiştir. İstanbul’a geldikten sonra da İttihat ve Terakki’nin İstanbul Merkezi’nde çalışmalarına devam etmiştir. Daha sonra tekrar Diyarbakır’a dönmüştür. Buradayken İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki toplantısına katılmış ve aşağıdaki hususları not almıştır;
1. Gençlere ferdi ve milli ahlak telkin etmek,
2. Bilhassa fikri kıymet taşıyan gençlere istidatlarına göre iş bulmak,
3. Gençleri devlet adamı, öğretmen, İttihat ve Terakki'nin ilkelerini yayan misyoner olarak yetiştirmek,
4. Fikir mabedi olan kulüplere özellikle İttihat ve Terakki kulübüne devama teşvik etmek,
5. Gençleri Avrupa'dan gelen türlü zararlı fikirlerden korumak,
6. Zeki gençleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin parasıyla Avrupa'ya gönderip öğrenim yaptırmak ve sonra onları İttihat ve Terakki kulüplerinin başına geçirmek,
7. Alim olacak kabiliyette olanlar için memleket konularını tetkik vasıtalarını sağlamak ve bunları Maarif Nezaretine tanıttırmak ve öğretmen, profesör vb. olarak vazife görmelerini kolaylaştırmak.
Bu fikirlerini hayata geçirmek üzere İttihat ve Terakki’nin Umum Merkezi Azası olarak Balkan Savaşı patlak verene dek Selanik’te kalmıştır. Sonrasında İstanbul’a gelmiştir. Bir süre kenar mahallelerde oturduktan sonra Büyükada’ya taşınmıştır.
Divan edebiyatı ve aruz vezni zevkinden kendini kurtaramadığı için bir gün Yahya Kemal’e:
Harabîsin, Harabati değilsin,
Gözün mazidedir, âti değilsin.
demiş, Yahya Kemal ise kendisine şu meşhur cevabı vermiştir:
Ne harabî, ne harabatiyim,
Kökü mazide olan âtiyim.
İstanbul Üniversitesinde doçent olarak görev yaptığı bu dönemde “Yeni Hayat” adlı mecmuayı akademisyen arkadaşlarıyla beraber maddi katkıda bulunarak çıkartmışlardır.
İttihat ve Terakki’nin kamuoyu desteği azalıyordu. Ancak bu dönemde Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’nin çağdaşlaşma fikirlerine öncülük etmiş, çeşitli ortamlarda bunun savunuculuğunu yapmıştır. O dönemde Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın ortaya çıkmasının ardından aradaki fikir ayrılığını ortaya koyarak ve 14 Aralık 1911’de kaleme aldığı genelgeyle İttihat ve Terakki’nin ideolojisini ortaya koyma yolunda ilk adımı da atmıştır. Aslında İttihat ve Terakki’nin belli bir lideri yok ama liderleri vardı. Ziya Gökalp ise İttihat ve Terakki içindeki akımlardan birinin başında görünüyordu. O’nu sevmeyenler ise daha ziyade Avrupa hayranlarıydı.
Ziya Gökalp 1917’de İttihat ve Terakki’nin kongresinde bir rapor sunmuş, Şeyhülislam ve Evkaf Nazırını kabineden atmak gerektiği konusunda Talat Paşa ile mutabakata varmışlardır. Bu kongre esnasında kendisine muhalif olanlar bile fikirlerinde orjinallik olduğunu ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşının 1918’de Mondros Mütarekesi ile sona ermesinin ardından fikirlerinden dolayı tutuklanarak Bekirağa bölüğüne, oradan da Malta’ya sürgün edilmiştir.
1921'de sürgünden döndükten sonra ailesiyle tekrar bir araya gelmiş ve bu sefer Mustafa Kemal taraftarı olarak Diyarbakır'a gitmiştir. Burada milli liderlere yol göstermek amacıyla sosyolojik makale serileri yazdığı “Küçük Mecmua”nın sorumlu müdürü olmuştur.
Kurtuluş Savaşı zaferle bittikten sonra Maarif Vekili kendisine Telif ve Tercüme Encümeni Başkanlığı teklif edilmiş, bu teklif üzerine Ankara’ya gelmiştir.
1923’te Diyarbakır’dan milletvekili seçilmiş ve Anayasa’nın hazırlanması çalışmalarına katılmıştır. Anayasanın laikliğe ait maddesi Ziya Gökalp’in kaleminden çıkmıştır.
Türk Medeni Tarihi’ni yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra 24 Ekim 1924’te hayata gözlerini kapamıştır.
Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.
16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde geçen olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir. Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve bir gece gizemli bir şekilde öldürülür.
Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler.
Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır.
Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir. Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de bilmemektedir.
Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır.
Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir.
Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır.
Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir. Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür.
Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir.
Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir.
Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.
Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.
Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara, çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür.
Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır. Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler. Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser.
Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek bir sonraki başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.
Osmanlı döneminde, nakkaşlar arasında yaşanan bir cinayetin aydınlatılması sırasında gelişen olaylar ve olayların içinde bir aşk hikayesi anlatılmaktadır. Tüm bu yaşananların arka planında da 16’ncı yüzyıl resim ve sanat anlayışının aktarılmaktadır.
16’ncı yüzyılda Osmanlı Devleti’nde geçen olaylar nakkaşlar arasında işlenen bir cinayetle başlar ve bu cinayetin perde arkasında dönen olaylarla örgülenir. Enişte Bey padişah tarafından gizli bir kitap hazırlamakla görevlendirilir. O da nakkaşhanenin baş ustaları ile anlaşır. Bu kitap resim ve nakışlarla süslenecek ve bu resimlerin hikayeleri ile bütünleşerek bir sanat eseri olarak ortaya konacaktır. 16’ncı yüzyılda resim sanatı dinen hoş görülmemektedir. Erzurumlu bir hoca da bu konularda devamlı vaazlar vermekte frenk sanatı olarak görülen bu sanatla uğraşanları hedef göstererek bu kişileri küfre girmekle suçlamaktadır. Nakkaşlar arasında da bu hocanın görüşlerini paylaşanlar vardır. Zarif Efendi de bu hocanın görüşlerini paylaşan bir tezhip ustasıdır ve bir gece gizemli bir şekilde öldürülür.
Şeküre, Enişte Beyin kızı, iki çocuklu güzel bir kadındır. Kocası savaşa gitmiş ve dört yıldır geri dönmemiştir. Hasan, Şeküre’nin kayınbiraderidir. Abisi savaşa giden Hasan Şeküre’ye aşıktır ve zaman zaman onu sıkıştırmaktadır. Şeküre de Kayınpederinin yanında sıkıntılı günler geçirmeye başlayınca çocuklarını alır ve babasının yanına taşınır. Kayınpederi ve kayınbiraderi Hasan geri dönmesini istemektedirler.
Romanın baş kahramanı Kara, Şeküre’ye aşkını erken açıklayınca Eniştesi tarafından evden kovulur. Aşkını açıkladığı zaman Şeküre 12, kendisi 24 yaşındadır. Evden kovulan ve aşkına kavuşamayan Kara, Anadolu’nun değişik yerlerinde devlet kurumlarında ve paşaların yanında katiplik yapmış kitaplar hazırlamış resimle uğraşmıştır. On iki yıl sonra Enişte Bey tarafında İstanbul’a çağrılır. Çağrılış maksadı Enişte Bey’in hazırlattığı resimlerin hikayelerini yazması ve Zarif Efendinin ölümü ile ilgili nakkaşlar arasında olup biteni ve konuşulanları Enişte Beye aktarmasıdır.
Kara, İstanbul’a gelince yıllardır hayalini kurduğu eski aşkına yeniden kavuşmak ister. Enişte Beyin evine girer ama sadece Enişte Beyle görüşebilmektedir. Bu zamanlarda da resim sanatı ve hazırlanacak kitapla ilgili konuşabilmektedir. Şeküre yan odadan onu gizli gizli izlemekte ama yanaşmamaktadır. Ester adında yahudi bir bohçacı kadın aralarında haberleşmelerini sağlar. Yavaş yavaş aralarındaki irtibat yeniden kurulur ama Şeküre tereddütler içindedir. Bir tarafta kocasının ölüm haberi gelmediği için onu beklemekte, diğer tarafta ise eski aşkına karşı yeniden yakınlaşmak istemektedir. Bunların yanında kendisi için çok önemli olan babasının düşüncelerini de bilmemektedir.
Üstat Başnakkaş Osman, Nakkaşhanenin başında yer almaktadır. Enişte Beyden çok hoşlanmamakta hatta nefret etmektedir. Başnakkaş eski usül resim ve sanat taraftarıdır. Resimlerde ünlü ressam Behzat gibi eski usüllerin kullanılmasını istemektedir. Enişte Bey ise frenk usülü resim ve sanatı getirmek istemektedir. Padişah için hazırladığı kitapta da frenk usül ve teknikleri kullanmayı planlamaktadır. Eski usülde sanatkar, eserini sanatın gereklerine uygun olar yapmaktadır. Başkaları beğensin diye veya para kazanmak için resim ya da nakış yapmamaktadır. Nakkaş sanatına aşıktır. Sanatı için nakış yaparken kör olması onu yüceltmektedir. Resimde, görünenin aynısını yapılması değil sanatçının gördüğünün yapılması esastır. Resim görünenin içine mana katılarak resmedilir. Hele portre gibi resimler perspektif gibi teknikler hem bir frenk usülü hem dinen yasak metotlardır. Üstat Osman, padişahın bir frenk ressama yaptırdığı portresini Enişte Bey yüzünden taklide zorlanmış bunu çok aşağılayıcı bir iş olarak algılamıştır. Bu nedenle Enişte Beye çok kızgındır.
Enişte Bey yeni usülleri getirmek ve bu usüllerle hazırlayacağı kitabı Venedik krallarına da göndermek ve padişahın büyüklüğünü göstermek istemektedir. Bu sayede padişahın gözüne girecektir. Ayrıca bu sayede adının da ölümsüzleşmesini istemektedir. Nakkaşhanenin en usta nakkaşlarını evine çağırarak her birinden resimlerin ayrı ayrı yerlerini kendi anlattığı tarzda yapmalarını istemektedir. Hiçbir nakkaş resmin tamamını görememektedir.
Dört ayrı nakkaş bu resimler için çalışmaktadır. Her biri farklı konuda kendini çok iyi yetiştirmiştir. Kimi çizimde kimi renklerin kullanılmasında kimi de süsleme sanatında ustadır. Zarif Efendi de süsleme ve tezhip işinde ustadır. Resim sayfalarının kenarlarını işlemektedir. Bu nakkaşların hepsi Üstat Osman’ın çıraklıktan itibaren yetiştirdiği ustalardır. Üstat Osman her birine, yeteneklerine göre farklı isimler vermiştir. İsimleri Zeytin, Kelebek, Leylek ve Zarif’tir. Hepsi kendi alanında en iyi olduğunu düşünen, bununla birlikte değişik beklenti ve hırsları olan nakkaşlardır.
Zarif Efendi Enişte Beyin evine gidişlerinden birinde çizilen son resmi görmüştür. Son resimde frenk usüllerinin kullanıldığını ve resmin içinde bir portrenin yer alacağını öğrenmiştir. Erzurumlu hocanın vaazlarını hiç kaçırmayan Zarif Efendi bu duruma karşıdır ve küfre girildiğini düşünmektedir. Evden çıkışta nakkaşlardan biri ile karşılaşır ve durumu ona anlatır. Karşılaştığı nakkaş onunla aynı düşüncedeymiş gibi konuşarak durumu ve düşüncelerini iyice öğrenir. Bu nakkaş, Zarif Efendinin nakkaşhane hakkında dedikodu yayacağını ve Erzurumlu hocanın adamlarına nakkaşları hedef göstereceğini anlar. Hem düzenlerinin bozulmasını hem de nakkaşların gözden düşmesini istemediğinden onu kandırarak karanlık bir köşede öldürür.
Bu arada bohçacı Ester, Şeküre ile Kara arasında haber götürüp getirmekte ve aşklarını canlanmasında vasıta olmaktadır. Kara, Enişte Beyin evine devamlı gelir gider olmuştur. Enişte Beyin de Kara hakkında düşünceleri değişmiş onu beğenmeye başlamıştır. Kitabı bitirebilmek için Kara’ya ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeplerle aklından kızını bile ona vermeyi düşünmeye başlamıştır. Bu arada savaşa giden kocanın durumu hala netlik kazanmamıştır. Bu nedenle kadı önünde Şeküre hala evlidir ve kayınbiraderi Hasan onun eve dönmesini istemektedir.
Kara, nakkaşlar arasında gidip gelerek nakkaşları yakından tanıma fırsatı bulur. Resim ve sanat hakkındaki düşüncelerini, nakkaşların dünyaya bakış açılarını uzun uzadıya konuşur. Bu arada katilin kim olduğunu araştırmaya da devam etmektedir.
Şeküre ile Kara bir gün komşunun terkedilmiş evinde buluşur ve duygularını birbirine açar. Bu sırada evde yalnız olan Enişte Beyin evine Zarif Efendinin katili gelmiştir. Kimse yokken onunla konuşmaya ve çok merak ettiği son resmi görmeye gelmiştir. Katil, Enişte Beyin evine devamlı olarak gelen nakkaşlardan biri olduğu için önce şüphe uyandırmaz. Resimlerden konuşurken son resimde ne olduğunu sorar. Enişte Bey resimler bitmeden kimseye göstermek istemez. Çok istemesine rağmen resmi göremeyen katil sinirlenir. Kendi hakkında ve resimler hakkında konuşurken Zarif Efendiyi kendisinin öldürdüğünü itiraf eder. Zarif Efendiyi, bütün nakkaşları ve Enişte Beyi düşünerek öldürdüğünü söyler. Enişte Beyin son resmi göstermemesi ve onu küçük gören konuşmaları nedeniyle hiddetlenen katil Enişte Beyi elindeki resim hokkasıyla öldürür. Son resmi de yanına alır ve gider. Evde babasının ölüsüyle karşılaşan Şeküre kendi kendine ağıtlar yakar ama sahipsiz kalıp kayınpederinin evine geri dönmek zorunda kalacağı için babasının öldürüldüğünü kimseye söylemez.
Şeküre, Ester ile Kara’ya haber gönderir. Kara’dan evlenmek istiyorsa hemen gelerek gerekli hazırlıkları yapmasını ister. Kara birkaç yalancı şahitle kadıyı ayarlar ve Şeküre’nin boşanmış kabul edilmesini sağlar. Aynı akşam evlenirler ve ertesi gün Enişte Beyin eceliyle öldüğünü söylerler. Durumu öğrenen kayınbirader kapıya gece yarısı dayanır ve gerçeği bildiğini Kara’nın, Enişte Beyi Şeküre ile ortak olup öldürdüğünü bunu da kadıya anlatacağını söyler.
Kara, çareyi durumu saraya anlatmakta bulur. Enişte Beyin öldüğünü duyan padişah, Üstat Osman’ı yanına çağırır ve durumun aydınlatılmasını yoksa bütün nakkaşların işkenceye tabi tutulacağını söyler. Katilin bulunması için üç gün mühlet verir. Zarif’in karısı, bohçacı Ester’e kocası öldüğünde cebinden içinde at resmi çizili bir kağıt çıktığını söyler ve bunu Kara’ya gönderir. Kara da Üstat Osman ile birlikte kağıttaki bu at resminden ve resimdeki atın çizim üslubundan yola çıkarak katili bulmaya çalışırlar. Üslubu ortaya çıkarmak ve katile ulaşmak için Üstat Osman’la birlikte sarayın hazine dairesinde resimlere bakmak zorunda kalır ve bu süre zarfında evine gidemez. Kara ile ilgili dedikodulardan ve evinde yalnız kalmaktan korkan Şeküre eski kayınpederinin yanına gider. Kara Saraydan çıktıktan sonra Şeküre’nin yanına gider. Kadının kararını haklı bulmayan kayınpeder evine gelmiş olan Şeküre’yi göndermek istemez. Bunun üzerine Kara, çevresine topladığı adamlarla birlikte zor kullanarak Şeküre’yi evine götürür.
Kara, aynı gece kaybolan son resmi bulmak için nakkaşların evlerine sıra ile gider ve zorla evlerini arar. Önce Kelebek’in evini arar. Kelebek’te son resmi bulamayınca Zeytin’in evine birlikte giderler. Zeytin’i evde bulamazlar ama evini ararlar. Evde aradıkları resmi bulamazlar. Leylek’in evinde de resimleri bulamayınca birlikte Zeytin’in devamlı gittiği kapatılmış olan tekkeye giderler. Zeytin, tekkede namaz kılmaktadır. Tekkeyi üçü birden ararlar ama bir şey bulamazlar. Hiç kimsede resim bulunamamıştır. Sohbete başlar ve geçmişten konuşurlarken Kara, Leylek ve Kelebek birden Zeytin’in boğazına çökerler ve hançeri dayarlar. Üçü de Zeytin’den şüphelendikleri için itiraf etmesini isterler. Biraz zorlamadan ve gözüne de nakkaşlara ait bir resim iğnesini soktuktan sonra Zeytin dayanamaz ve hem Zarif’i hem de Enişte Beyi öldürdüğünü itiraf eder. Zeytin İtiraf ettikten sonra üçünün boş bulunmasından istifade ederek Kara’yı elindeki hançeri alarak altına alır. Hançer ile Kara’yı ağır şekilde yaralar. Nakkaşlarda biri kaçar. Zeytin diğerine bir şey yapmadan yıllardır biriktirdiği altınları ve resimleri alarak kaçmaya başlar. Her şeyi ayarlamış Hint ülkesine gidecektir. Yolda tesadüfen kayınbirader Hasan ile karşılaşır. Hasan Zeytin’in elinde Kara’dan aldığı kendisine ait hançerini görünce sinirlenir. Kara hançeri Şeküre’yi götürürken kayınpederinin evinden almıştır. Şeküre’nin evinden zorla götürülmesine sinirlenmiş olan Hasan elindeki kılıç ile bir darbede Zeytin’in boynunu keser.
Katil bulunmuş ve öldürülmüştür. Sabah, Şeküre Kara’yı ağır yaralı vaziyette bulur. Kara yaralarını temizlenince hayatta kalır ama boynundan aldığı darbe tam olarak iyileşmediği için ömrü boyunca rahatsız kalır. Şeküre geri kalan hayatını Kara ile geçirir. Şeküre’ye kavuşamayan ve Zeytin’in katili olan Hasan şehri terk eder ve bir daha görünmez. Zeytin, hayallerine ulaşamadan yolda öldürülmüştür. Kelebek geri kalan hayatını halılara havlulara nakışlar çizerek geçirir. Üstat Başnakkaş Osman hep hayali olan resimlere bakarken kör olur ve iki yıl sonra ölür. Leylek bir sonraki başnakkaş olur. Eniştenin hayatıyla ödediği ve bitirilmesini vasiyet ettiği padişahın istediği kitap bitirilememiştir. Padişahın ölümünden sonra yeni padişah resim sanatına eski önemi vermemiştir. Bundan sonra resimler üzerindeki derin tartışmalar yapılmaz olmuştur çünkü artık resim de çizilmez olmuştur.
Beş Sevgi Dili, Gary CHAPMAN
Kitabın içeriği çok güzel fakat gerçek hayatta,günümüzde uygulamaya geçirilemeyecek kadar ayakları yerden kesen öneriler ve görüşler var. bu kitabın önceki bölümlerini okuyup üzerinde düşündükten sonra.eşinizi de aynı şeye teşvik edin.bu noktada, alıştırmaları birlikte yapmaya hazırsınız demektir.bütün “önemli düşünceler” ve sorular, eşlerin her ikisine de yöneltilmiştir.bu kitabı okuduktan sonraya da bu alıştırmaları yapma sürecinde.her birinizin birincil sevgi dilinizi.diyalektini ve güçlü ikincil dilinizi keşfedeceğinizi umuyorum . Böylece bütün diller ve bölümler her iki tarafa eşit şekilde uymayacaktır . bütün sorular , o bölümde bulunan materyalle doğrudan ilgilidir.
Özellikle evliliğinizde sorunlar yaşıyorsanız , eşiniz çeşitli nedenlerle bu çalışma rehberine katılmak istemeyebilir . öyle ise bu kitabın faydalarını gerçeğe dönüştürmek için alıştırmaları kendi başınıza uygulayabilirsiniz . aynı zamanda ağır buradaki sorulara göre davranırsınız eşiniz daha önceki bölümleri okumadan veya çalışma rehberine tartışmadan da olumlu bir şekilde karşılık verebilir .
Dr. Gary CHAPMAN bu kitabında nasıl olduğunu anlamadan, sevginin eşsiz ab dillerini konuşmayı, anlamayı ve eşler arasındaki sevgi iletişimini etkili bir şekilde göstererek, karşılığında gerçek sevgiyi bulmayı anlatmaktadır. Yazar ömür boyu mutlu bir beraberlik için gerekli olan sevgi dilinin keşfinden yola çıkarak uzun ömürlü ve sevgi dolu bir evliliğin anahtarlarını vermektedir.
Sevgiyi canlı tutabilmek için ikinci bir sevgi dilinin öğrenilmesi gerektiği üzerinde önemle durulmaktadır.Yazarın amacı sevgi kelimesini çevreleyen karışıklığı gidermek değil, duygusal sağlığımız için esas olanın, sevgi türüne odaklanmamız olduğu gerçeğini ortaya koymaktır. Bu noktadan hareketle, maddi şeylerin duygusal sevginin yerini asla dolduramayacağı, insanın varlığının merkezinde samimi olmak ve başkaları tarafından sevilmek arzusunun yeraldığı vurgulanmaktadır. Evliliğin, yakınlık ve sevgi için duyulan bu gereksinimleri karşılamak üzere tasarlandığı savunulmakta ve sevgi deposunu dolu tutmak için çok önemli olduğu belirtilmektedir.
Çoğu kişinin evliliğe "aşık olarak" başladığını, evlilik öncesi hayallerin evlilikte saadetle ilgili olduğunu, aşık olunduğunda başka hayat tarzına inanılmasının zor olduğunu, aşk hayatı doğal akışını tamamladığında da dünya gerçeklerine dönüldüğünü ve kişilerin kendilerini öne sürmeye başladığını açıklamaktadır.
Bazı araştırmacıların aşık olma yaşantısının "sevgi" olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu ve bunlardan Dr. Peck'in aşık olmanın üç nedenden dolayı gerçek sevgi olamayacağı kararına vardığı belirtilmektedir. Bu nedenlerden birincisi aşık olmanın iradi bir fiil yada bilinçli bir seçim olmadığı gerçeği, ikincisi aşık olma halinin çaba göstermeden yaşandığı için gerçek sevgiyi yansıtmadığı ve üçüncüsü ise aşık olan kişinin diğer kişinin gelişimine yardımcı olmada gerçek anlamda ilgili olamayacağıdır. Dr. Peck bu bağlamda aşık olmayı "çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir ögesi" olarak nitelemektedir. Bu sonuçla ister hemfikir olunsun ister olunmasın, aşık olma yaşantısının başka hiç bir şeyle kıyaslanmayacak şekilde kişileri duygusal bir yörüngeye fırlattığı konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır.
Evlenmemiş yetişkinlerin eşlerinde şefkat ve sevgi hissetmeyi özlediği, eşlerin birbirlerini kabul ettiğinden, istediğinden ve kendilerini birbirlerinin iyiliğine adadığından emin olmaları halinde güvenli hissedecekleri belirtilmektedir. Fakat bu tutkunun da sonsuza kadar sürmesi amaçlanmamıştır. Kitabın ana fikri akılcı, iradeli sevgidir. Eğer sevgi bir seçimse "aşk" tutkusu bitip gerçek dünyaya dönüldükten sonra da sevme kapasitesinin bulunduğu savunulmaktadır.
Yazara göre insanlar, sevgiyi farklı şekillerde ifade ederler ve algılarlar. Yazar bunları beş sevgi dili olarak belirlemiştir. Bunlar;
1.Onay sözleri
2.Nitelikli beraberlik
3.Armağan alma
4.Hizmet davranışları
5. Fiziksel temastır.
Birinci sevgi dili olan "onay sözleri" nde yazar sevgiyi duygusal olarak ifade etmenin yolunun, onu oluşturacak sözleri kullanmak olduğunu belirtmektedir. Sözlü iltifatlar veya takdir sözleri sevgiyi güçlü bir şekilde iletir. Sevginin hedefi, istenilen bir şeyi elde etmek değil, sevilen kişinin saadeti için bir şeyler yapmaktır. Sözel iltifatlarda bulunmak, eşlere onaylayıcı sözleri ifade etmenin yalnızca bir yoludur. Eşlerin kendilerini güvensiz hissettiği alanlardaki gizli potansiyeli, cesaret verici sözlerle harekete geçebilir. Kişilerin sahip olduğu bir ilgi alanını geliştirmesi için cesaret verici sözlere ihtiyaçları vardır. Cesaret verme, duyguları sezinlemeyi ve dünyayı eşlerin gözüyle görmeyi gerektirir. Bu nedenle öncelikle eşlerin bir birleri için neyin önemli olduğunun arayışı içinde olmaları gerektiğinin önemine değinilmektedir. Sevginin sevecen olduğu, sevecen sözlerin kullanılması gerektiği, yüksek, sert bir sesle ifade edilen sözlerin sevgiyi değil, bir yargılama ve kınama ifadesini yansıtacağı üzerinde durulmaktadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığı noktasından hareketle, yakın bir ilişki geliştirilmesi için kişilerin arzularının bilinmesinin önemine değinilmektedir. Arzuların ifade edildiği yolun çok önemli olduğu, arzunun talepler olarak algılanması halinde yakınlık olasılığının silindiği ve eşlerin birbirinden uzaklaştığı, fakat ricalar şeklinde belirtildiğinde iletişimin çok daha rahat kurulduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Onaylayıcı sözler alındığında, karşılıkta bulunmak için güdülenmenin daha doğal olduğuna işaret edilmektedir.
İkinci sevgi dili nitelikli beraberlikte, esas olan birisine bütün dikkatin verilmesidir. Bu sevgi dilinin ana yönü, birisi ile birlikte olmaktır. Bu da odaklanmış ilgi ile mümkündür. Nitelikli sohbet onay sözlerinden farklıdır. Onay sözleri söylenilenler üzerinde odaklanır. Oysa nitelikli sohbet işitilenler üzerinde odaklanmıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar; konuşurken göz temasının sürdürülmesi, dinlerken başka bir şeyle meşgul olunmaması, duyguların açığa çıkmasına özen gösterilmesi, vücut dilinin gözlemlenmesi ve konuşanın sözünün kesilmemesidir. Nitelikli sohbetin yalnızca anlayarak dinlemeyi değil, aynı zamanda kendini açıklamayı da gerektirdiği açıklanmaktadır. Nitelikli faaliyetler kişilerin ilgi duyduğu her şeyi kapsayabilir. Amaç birlikte bir şey yaşamak ve bu yaşantıyı tamamlamaktır. Bu sevgidir ve sevginin sesidir. Nitelikli faaliyetlerin en önemli yan ürünü, gelecekte yararlanılacak bir hatıra bankası sunmalarıdır. Kazanılacak şey sevildiğini hisseden bir eşle yaşamak ve onun sevgi dilini akılcı bir şekilde konuşmayı öğrenmenin zevkidir.
İncelenen her kültürde, armağan verme, sevgi-evlilik sürecinin bir parçasıdır. Armağanın kendisi hatırlama düşüncesinin bir sembolüdür. Birisine bir armağan vermek için onu düşünüyor olmak gerekir. Armağanın kendisi bu düşüncenin bir sembolüdür. Armağanın para ile alınıp alınmadığı önemli değildir. Önemli olan yalnızca zihindeki düşünce değil, armağanı fiilen alma ve onu bir sevgi ifadesi olarak sunma düşüncesidir. Armağanlar sevginin yükselişinin sembolleridir. Semboller duygusal değer taşırlar. Armağanlar ne pahalı olmak zorunda, ne de her hafta verilmek zorundadır. Bu öğrenilmesi en kolay sevgi dilidir.
Hizmet davranışları sevilen kişinin yapılmasından hoşlandığı şeyleri yapmasıdır. Bu davranışlar eşlerin birbirine hizmet ederek memnun etmeye, birbirleri için bir şeyler yaparak sevgilerini ifade etmeye çabalamalarıdır. Ricaların sevgiye yön verdiği ama taleplerin sevgi akışını engellediği ifade edilmektedir. Evlilikten önce eşlerin bir birleri için yaptıklarının, evlilikten sonra yapacaklarının göstergesi olmadığı belirtilmektedir. İnsanlar eşlerini en çok kendilerinin en derin duygusal gereksinimleri olduğu alanlarda yüksek sesle eleştirirler. Eleştiriler, sevgi için yalvarmanın etkisiz bir yoludur. Bu anlaşılırsa, onların eleştirilerine daha yapıcı birşekilde yaklaşılmasının gerektiği ortaya çıkar denilmektedir. Eleştirinin çoğunlukla açıklama gerektirdiği, böyle bir sohbeti başlatmanın eleştiriyi sonunda bir talepten ricaya dönüştürdüğü gerçeği ortaya atılmaktadır. Hizmet davranışı sevgi dilini öğrenmenin kişilerin karı koca rollerini yeniden incelemelerini gerektirdiği üzerinde durulmaktadır. Fiziksel temas sevgiyi iletme yollarından birisidir. Evlilikteki sevgiyi iletmek için de güçlü bir araçtır ve bazı insanlar için öncelikli sevgi dilidir. Bazı insanlar fiziksel temas olmadan sevildiklerini hissetmezler. Onunla sevgi depoları doludur ve eşlerinin sevgisi konusunda kendilerini güvende hissederler. Bir ilişkiyi yaratan da bozan da fiziksel temastır. Bu dil sevgiyi olduğu kadar nefreti de iletebilir Yazar çeşitli nedenlerle özellikle evliliklerinde mücadele yaşayan çiftler için böyle bir çalışma rehberi hazırlamıştır. Eşle arasındaki sevgi dilini öğrenmek ve konuşmak için yoğun çaba harcanmalıdır
Özellikle evliliğinizde sorunlar yaşıyorsanız , eşiniz çeşitli nedenlerle bu çalışma rehberine katılmak istemeyebilir . öyle ise bu kitabın faydalarını gerçeğe dönüştürmek için alıştırmaları kendi başınıza uygulayabilirsiniz . aynı zamanda ağır buradaki sorulara göre davranırsınız eşiniz daha önceki bölümleri okumadan veya çalışma rehberine tartışmadan da olumlu bir şekilde karşılık verebilir .
Dr. Gary CHAPMAN bu kitabında nasıl olduğunu anlamadan, sevginin eşsiz ab dillerini konuşmayı, anlamayı ve eşler arasındaki sevgi iletişimini etkili bir şekilde göstererek, karşılığında gerçek sevgiyi bulmayı anlatmaktadır. Yazar ömür boyu mutlu bir beraberlik için gerekli olan sevgi dilinin keşfinden yola çıkarak uzun ömürlü ve sevgi dolu bir evliliğin anahtarlarını vermektedir.
Sevgiyi canlı tutabilmek için ikinci bir sevgi dilinin öğrenilmesi gerektiği üzerinde önemle durulmaktadır.Yazarın amacı sevgi kelimesini çevreleyen karışıklığı gidermek değil, duygusal sağlığımız için esas olanın, sevgi türüne odaklanmamız olduğu gerçeğini ortaya koymaktır. Bu noktadan hareketle, maddi şeylerin duygusal sevginin yerini asla dolduramayacağı, insanın varlığının merkezinde samimi olmak ve başkaları tarafından sevilmek arzusunun yeraldığı vurgulanmaktadır. Evliliğin, yakınlık ve sevgi için duyulan bu gereksinimleri karşılamak üzere tasarlandığı savunulmakta ve sevgi deposunu dolu tutmak için çok önemli olduğu belirtilmektedir.
Çoğu kişinin evliliğe "aşık olarak" başladığını, evlilik öncesi hayallerin evlilikte saadetle ilgili olduğunu, aşık olunduğunda başka hayat tarzına inanılmasının zor olduğunu, aşk hayatı doğal akışını tamamladığında da dünya gerçeklerine dönüldüğünü ve kişilerin kendilerini öne sürmeye başladığını açıklamaktadır.
Bazı araştırmacıların aşık olma yaşantısının "sevgi" olarak adlandırılmasının yanlış olduğunu ve bunlardan Dr. Peck'in aşık olmanın üç nedenden dolayı gerçek sevgi olamayacağı kararına vardığı belirtilmektedir. Bu nedenlerden birincisi aşık olmanın iradi bir fiil yada bilinçli bir seçim olmadığı gerçeği, ikincisi aşık olma halinin çaba göstermeden yaşandığı için gerçek sevgiyi yansıtmadığı ve üçüncüsü ise aşık olan kişinin diğer kişinin gelişimine yardımcı olmada gerçek anlamda ilgili olamayacağıdır. Dr. Peck bu bağlamda aşık olmayı "çiftleşme davranışının genetik olarak belirlenmiş içgüdüsel bir ögesi" olarak nitelemektedir. Bu sonuçla ister hemfikir olunsun ister olunmasın, aşık olma yaşantısının başka hiç bir şeyle kıyaslanmayacak şekilde kişileri duygusal bir yörüngeye fırlattığı konusunda genel bir fikir birliği bulunmaktadır.
Evlenmemiş yetişkinlerin eşlerinde şefkat ve sevgi hissetmeyi özlediği, eşlerin birbirlerini kabul ettiğinden, istediğinden ve kendilerini birbirlerinin iyiliğine adadığından emin olmaları halinde güvenli hissedecekleri belirtilmektedir. Fakat bu tutkunun da sonsuza kadar sürmesi amaçlanmamıştır. Kitabın ana fikri akılcı, iradeli sevgidir. Eğer sevgi bir seçimse "aşk" tutkusu bitip gerçek dünyaya dönüldükten sonra da sevme kapasitesinin bulunduğu savunulmaktadır.
Yazara göre insanlar, sevgiyi farklı şekillerde ifade ederler ve algılarlar. Yazar bunları beş sevgi dili olarak belirlemiştir. Bunlar;
1.Onay sözleri
2.Nitelikli beraberlik
3.Armağan alma
4.Hizmet davranışları
5. Fiziksel temastır.
Birinci sevgi dili olan "onay sözleri" nde yazar sevgiyi duygusal olarak ifade etmenin yolunun, onu oluşturacak sözleri kullanmak olduğunu belirtmektedir. Sözlü iltifatlar veya takdir sözleri sevgiyi güçlü bir şekilde iletir. Sevginin hedefi, istenilen bir şeyi elde etmek değil, sevilen kişinin saadeti için bir şeyler yapmaktır. Sözel iltifatlarda bulunmak, eşlere onaylayıcı sözleri ifade etmenin yalnızca bir yoludur. Eşlerin kendilerini güvensiz hissettiği alanlardaki gizli potansiyeli, cesaret verici sözlerle harekete geçebilir. Kişilerin sahip olduğu bir ilgi alanını geliştirmesi için cesaret verici sözlere ihtiyaçları vardır. Cesaret verme, duyguları sezinlemeyi ve dünyayı eşlerin gözüyle görmeyi gerektirir. Bu nedenle öncelikle eşlerin bir birleri için neyin önemli olduğunun arayışı içinde olmaları gerektiğinin önemine değinilmektedir. Sevginin sevecen olduğu, sevecen sözlerin kullanılması gerektiği, yüksek, sert bir sesle ifade edilen sözlerin sevgiyi değil, bir yargılama ve kınama ifadesini yansıtacağı üzerinde durulmaktadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığı noktasından hareketle, yakın bir ilişki geliştirilmesi için kişilerin arzularının bilinmesinin önemine değinilmektedir. Arzuların ifade edildiği yolun çok önemli olduğu, arzunun talepler olarak algılanması halinde yakınlık olasılığının silindiği ve eşlerin birbirinden uzaklaştığı, fakat ricalar şeklinde belirtildiğinde iletişimin çok daha rahat kurulduğu gerçeği vurgulanmaktadır. Onaylayıcı sözler alındığında, karşılıkta bulunmak için güdülenmenin daha doğal olduğuna işaret edilmektedir.
İkinci sevgi dili nitelikli beraberlikte, esas olan birisine bütün dikkatin verilmesidir. Bu sevgi dilinin ana yönü, birisi ile birlikte olmaktır. Bu da odaklanmış ilgi ile mümkündür. Nitelikli sohbet onay sözlerinden farklıdır. Onay sözleri söylenilenler üzerinde odaklanır. Oysa nitelikli sohbet işitilenler üzerinde odaklanmıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar; konuşurken göz temasının sürdürülmesi, dinlerken başka bir şeyle meşgul olunmaması, duyguların açığa çıkmasına özen gösterilmesi, vücut dilinin gözlemlenmesi ve konuşanın sözünün kesilmemesidir. Nitelikli sohbetin yalnızca anlayarak dinlemeyi değil, aynı zamanda kendini açıklamayı da gerektirdiği açıklanmaktadır. Nitelikli faaliyetler kişilerin ilgi duyduğu her şeyi kapsayabilir. Amaç birlikte bir şey yaşamak ve bu yaşantıyı tamamlamaktır. Bu sevgidir ve sevginin sesidir. Nitelikli faaliyetlerin en önemli yan ürünü, gelecekte yararlanılacak bir hatıra bankası sunmalarıdır. Kazanılacak şey sevildiğini hisseden bir eşle yaşamak ve onun sevgi dilini akılcı bir şekilde konuşmayı öğrenmenin zevkidir.
İncelenen her kültürde, armağan verme, sevgi-evlilik sürecinin bir parçasıdır. Armağanın kendisi hatırlama düşüncesinin bir sembolüdür. Birisine bir armağan vermek için onu düşünüyor olmak gerekir. Armağanın kendisi bu düşüncenin bir sembolüdür. Armağanın para ile alınıp alınmadığı önemli değildir. Önemli olan yalnızca zihindeki düşünce değil, armağanı fiilen alma ve onu bir sevgi ifadesi olarak sunma düşüncesidir. Armağanlar sevginin yükselişinin sembolleridir. Semboller duygusal değer taşırlar. Armağanlar ne pahalı olmak zorunda, ne de her hafta verilmek zorundadır. Bu öğrenilmesi en kolay sevgi dilidir.
Hizmet davranışları sevilen kişinin yapılmasından hoşlandığı şeyleri yapmasıdır. Bu davranışlar eşlerin birbirine hizmet ederek memnun etmeye, birbirleri için bir şeyler yaparak sevgilerini ifade etmeye çabalamalarıdır. Ricaların sevgiye yön verdiği ama taleplerin sevgi akışını engellediği ifade edilmektedir. Evlilikten önce eşlerin bir birleri için yaptıklarının, evlilikten sonra yapacaklarının göstergesi olmadığı belirtilmektedir. İnsanlar eşlerini en çok kendilerinin en derin duygusal gereksinimleri olduğu alanlarda yüksek sesle eleştirirler. Eleştiriler, sevgi için yalvarmanın etkisiz bir yoludur. Bu anlaşılırsa, onların eleştirilerine daha yapıcı birşekilde yaklaşılmasının gerektiği ortaya çıkar denilmektedir. Eleştirinin çoğunlukla açıklama gerektirdiği, böyle bir sohbeti başlatmanın eleştiriyi sonunda bir talepten ricaya dönüştürdüğü gerçeği ortaya atılmaktadır. Hizmet davranışı sevgi dilini öğrenmenin kişilerin karı koca rollerini yeniden incelemelerini gerektirdiği üzerinde durulmaktadır. Fiziksel temas sevgiyi iletme yollarından birisidir. Evlilikteki sevgiyi iletmek için de güçlü bir araçtır ve bazı insanlar için öncelikli sevgi dilidir. Bazı insanlar fiziksel temas olmadan sevildiklerini hissetmezler. Onunla sevgi depoları doludur ve eşlerinin sevgisi konusunda kendilerini güvende hissederler. Bir ilişkiyi yaratan da bozan da fiziksel temastır. Bu dil sevgiyi olduğu kadar nefreti de iletebilir Yazar çeşitli nedenlerle özellikle evliliklerinde mücadele yaşayan çiftler için böyle bir çalışma rehberi hazırlamıştır. Eşle arasındaki sevgi dilini öğrenmek ve konuşmak için yoğun çaba harcanmalıdır
9 Ocak 2014 Perşembe
Beş Şehir, Ahmet Hamdi Tanpınar
Beş Şehir, Ahmet Hamdi TANPINAR, Dergah Yayınları, İstanbul, 2005
Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul şehirlerinin yazarın gözü ile anlatılması.
Etiketler:
ahmet hamdi tanpınar,
anı,
ankara,
beş şehir,
bursa,
deneme,
edebiyat,
erzurum,
hatıra,
roman,
şehir
Babalar ve Oğullar, Ivan Turgenyev
Yazar romanında, Rusya’da yaşayan, Avrupa’da üniversite okuyan bir gencin ve beraberindeki arkadaşının başından geçen olayları anlatmaktadır. Romanın kahramanları;
Yevgeniyev Vasilyiç BAZAROV, Tam bir nihilisttir. Her şeyi yok sayar, her kuralı ve töreleri inkar eder. Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür; ama, ideal anlamda aşık yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk duygusunun maskaralık, bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir. Çünkü ne sanata, ne de romantikliğe ilgi duymaz. Sadece bilme ilgi duyar.
Anna Seryevra ODİNSTOVA, Güzel bir bayandır. Olgun bir yapıya sahiptir. Bu olgunluğu, Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biridir. Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bu ilişkinin ilerlemeyeceğini bilmektedir. Yaşlı prenses ve kız kardeşi Katya ile yaşamaktadır.
Katya Seryevra ODİNSTOVA, ablasının gölgesi altında ezilmiş; fakat, onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış birisidir.
Arkadiy PETROVİÇ, Bazarov’un arkadaşı ve Nikolay Petroviç’in tıp bölümünü yeni bitiren oğludur. Bazarov’la her konuda konuşan ve Bazarov’un Pavel Petroviç ile girdiği tartışmalarda bir sübap görevi yapan bir kahramandır.
Pavel PETROVİÇ, Orduda yüzbaşılığa kadar görev yapmış, ancak bir bayana aşık olması ve onun peşinden Avrupa’ya gitmesi nedeniyle istifa etmiş bir subay emeklisidir. Daha sonra bu kadından ayrılmıştır. Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan kendini soylu sayan, bir zamanlar ileride Rusya’da yönetimine geçebilecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.
Nikolay PETROVİÇ; Emekli bir general ve bir Rus soylusudur. Kendisi okul yıllarında tanıştığı bir bayanla evlenmiş ve ondan Arkadiy adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak, kısa bir süre sonra eşini kaybetmiş ve Maryino isimli köye yerleşmiştir. Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır. Feniçka ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.
Feniçka, Nikolay Petroviç’inev işlerini görmesi için çağırdığı bir hizmetçinin kızı olup çekingen, utangaç bir yapıya sahiptir.
Olaylar 20 Mayıs 1859 tarihinde Nikolay Petroviç’in, üniversiteyi Avrupa’da bitirerek eve dönen oğlu Arkadiy ve davetini kırmayarak kabul eden arkadaşı Bazarovla karşılamasıyla başlar.
Babası Nikolay Petroviç’in, burada soylu olmayan Feniçka isminde bir bayandan bir oğlu daha olmuş ancak, onunla henüz evlenmemiştir. Bu durumdan oğlu Arkadiy’in haberi yoktur. Tek kardeşi olan Pavel, eşinden ayrılmış ve kardeşinin evine yerleşmiştir.
Arkadiy okuldan arkadaşı, Bazarov, bir takım düşünceleri olan, herkesten farklı bir kişilikte, hiçbir otoriteyi kabul etmeyen, hiçbir şeye inanmayan nihilist bir düşünceye sahiptir. Arkadiy arkadaşına bağlıdır ve onun dediklerine inanarak kendini ona benzetmeye çalışır. Bir süre köyde kalırlar. Bu esnada evde yaşayanlarla daha yakından tanışırlar. Arkadiy üvey annesinin ve üvey kardeşinin olduğunu öğrenir. Bu durumu tepkiyle karşılamaz. Arkadiy’in babası ve amcası, Bazarov’un nihilist, hazır cevap ve kendine göre bir felsefesinin olduğunu anladıkça onu pek fazla sevmezler. Özellikle Pavel onunla çok hararetli tartışmalara girişir ve ondan nefret eder. Bazarov tıp okumaktadır ve canlıları incelemektedir. Köyde hergün yürüyüşe çıkmakta ve bulduğu canlıları eve götürerek mikroskopla onları incelemektedir.
Bir gün Bazarov, tanıdıkları bürokratın şehre gelerek belediye başkanını teftiş edeceğini ve kendilerini şehre davet ettiğini öğrenir ve Arkadiy’e kendilerinin oraya gitmelerini teklif eder, sonra da kendisinin ailesinin yanına gitmesi gerektiğini belirtir. İki arkadaş yola çıkarlar ve şehre giderler, orada arkadaşları ile görüşürler. Arkadaşları bir bayan tanıdığını, onun yanına gidip bir şeyler yemeyi ve içmeyi teklif eder ve Kukşina isimli bayanın evine giderler. Kukşina Anna Odintsova isimli bir bayan arkadaşından bahseder ve tanıştırır. Arkadiy ve Bazarov Kukşina’nın arkadaşı Anna’ya hayran kalırlar. Anna da Bazarov’un nihilist ve hiçbir şeyi kabul etmeyen olgun bir kişi olduğunu görünce onunla daha yakından tanışmak ister ve köydeki evine davet eder. İkisi de daveti kabul ederler ve ertesi gün onun evine giderler. Oradaki düzeni ve Anna’nın evin hanımı olarak otoritesini beğenirler. Bu arada Anna’nın kız kardeşi Katya ile tanışırlar. Katya da ablası gibi güzel ve alımlı bir bayandır. İki genç Katya’yı beğenirler ancak Anna’ya aşık olurlar.. Bazarov ile Anna birbirlerine yakınlaşırlar, Arkadiy ise istemeden de olsa Katya ile vakit geçirir. Bazarov, Anna’ya aşkını ilan eder ancak istediği olumlu cevabı alamaz. Bu arada Bazarov’un ailesi eve gelmesi için ona haber gönderir, o da eve döner. Arkadiy de Bazarov’un evine beraber gitmeye karar verir. Bazarov’un babası da emekli bir doktordur ve Arkadiy’in general olan dedesinin birliğinde görev yapmıştır. İki arkadaş köyde bir süre kalır ve canları sıkılmaya başlayınca Arkadiy’in köyüne dönerler.
Arkadiy’in köylerine döndüklerinde Bazarov tekrar canlılarla ilgili çalışmalarına devam eder. Ancak Arkadiy Anna’yı unutamamaktadır ve onun yanına gitmeye karar verir. Bu arada Bazarov köyde çalışmalarına devam ederken Feniçka’dan hoşlanmaya başlar ve onunla her fırsatta konuşur ve ilgilenir. Bir gün bahçede onula karşılaşır ve onu öper. Bu durumu Pavel görmüştür. Ancak bu bayandan kendisi de hoşlandığı için bu durumu gururuna yediremez ve Bazarov’a düello teklif eder. Ancak nedenini açıklamaz. Bazarov durumu anlar ve düelloyu kabul eder. Düelloyu gizli yaparlar ve Bazarov Pavel’i bacağından yaralar. Yine kendisi tedavisini yapar ancak burada daha fazla kalamayacağını anlar ve O da Anna’nın evine doğru yola koyulur. Burada Arkadiy’e köyde olanları detaylarına girmeden anlatır. Arkadiy olanlara üzülür ancak burada kalmaya devam ederler. Yine Bazarov’la Anna, Arkadiy’le de Katya beraber gezerler. Bir zaman sonra Arkadiy Katya’yı Anna’dan ister. Anna duruma üzülür, çünkü Arkadiy’in kendisini sevdiğini düşünmektedir, ancak durumu kabul eder. Bazarov da ikisinin evlenmesini onaylar. Aslında Bazarov evlilik ve romantizme inanmamaktadır, Arkadiy’i daha çocuk olarak görmektedir. Ancak burada kendisi de yavaş yavaş duygusallaşmakta ve Anna’ya olan ilgisini göstermektedir. Ancak Anna’nın kendisine acımasını gururuna yediremez, oradan ayrılmak ister ve evine doğru yola çıkar.
Bazarov evine döner ve babasıyla beraber köyde hastalanan insanlarla ilgilenmektedirler. Bir gün tifodan ölen bir köylünün otopsisine katılır. Otopsi esnasında neşterle kendi parmağını keser ve tifo mikrobunu kapar. Babası durumu öğrendiğinde artık çok geç kalınmıştır ve hemen doktor çağırır. Bazarov babasından Anna’ya selam göndermesini ister. Babası durumu Anna’ya bildirir, kadın bir Alman doktorla derhal Bazarov’un yanına gelir. Ancak Alman doktor gencin kurtulamayacağını, artık çok geç olduğunu ve birkaç gün ömrü kaldığını bildirir. Bazarov Anna’nın kucağında vefat eder.
Bazarov’un vefatından sora Arkadiy’le Katya, Nikolay Petroviçle de Feniçka evlenirler. Baba oğul Kirsanovlar Mariyino’da yerleşirler, Arkadiy çalışkan ve başarılı bir çiftçi olur. Nikolay Petroviç toprak reformu komisyonuna üye olur. Katya’nın bir oğlu olur ve adını Koyla koyarlar. Pavel sağlığı ve işleri için Moskova’ya gider. Anna, ileride devlet adamı olacak güzel konuşan bir hukukçu ile evlenir.
Yevgeniyev Vasilyiç BAZAROV, Tam bir nihilisttir. Her şeyi yok sayar, her kuralı ve töreleri inkar eder. Kadınlara, kadın güzelliğine çok düşkündür; ama, ideal anlamda aşık yada onun romantiklik diye adlandırdığı aşk duygusunun maskaralık, bağışlanmaz bir aptallık sayan bir kişiliğe sahiptir. Çünkü ne sanata, ne de romantikliğe ilgi duymaz. Sadece bilme ilgi duyar.
Anna Seryevra ODİNSTOVA, Güzel bir bayandır. Olgun bir yapıya sahiptir. Bu olgunluğu, Bazarov’un ona tutulmasına sebep veren en önemli faktörlerden biridir. Bazarov’dan hoşlanmakla birlikte bu ilişkinin ilerlemeyeceğini bilmektedir. Yaşlı prenses ve kız kardeşi Katya ile yaşamaktadır.
Katya Seryevra ODİNSTOVA, ablasının gölgesi altında ezilmiş; fakat, onun kültüründen ve olgunluğundan kendine pay çıkarmış birisidir.
Arkadiy PETROVİÇ, Bazarov’un arkadaşı ve Nikolay Petroviç’in tıp bölümünü yeni bitiren oğludur. Bazarov’la her konuda konuşan ve Bazarov’un Pavel Petroviç ile girdiği tartışmalarda bir sübap görevi yapan bir kahramandır.
Pavel PETROVİÇ, Orduda yüzbaşılığa kadar görev yapmış, ancak bir bayana aşık olması ve onun peşinden Avrupa’ya gitmesi nedeniyle istifa etmiş bir subay emeklisidir. Daha sonra bu kadından ayrılmıştır. Sınıf ayrılıkları ve törelere inanan kendini soylu sayan, bir zamanlar ileride Rusya’da yönetimine geçebilecek biri olarak bakılırken bir anda kendini kardeşinin yanında; çiftlikte ömrünü geçirirken bulmuş biridir.
Nikolay PETROVİÇ; Emekli bir general ve bir Rus soylusudur. Kendisi okul yıllarında tanıştığı bir bayanla evlenmiş ve ondan Arkadiy adlı oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak, kısa bir süre sonra eşini kaybetmiş ve Maryino isimli köye yerleşmiştir. Çiftlik yönetmekle uğraşan , her şeyi oğlu için yapan bir kahramandır. Feniçka ile evlenmekten çekinen fakat abisinin ve oğlunun desteğini aldıktan sonra o da törelerin zamanla değiştiğine inanarak onunla evlenen böylelikle kitapta yazarın betimlemek istediği kahramandır.
Feniçka, Nikolay Petroviç’inev işlerini görmesi için çağırdığı bir hizmetçinin kızı olup çekingen, utangaç bir yapıya sahiptir.
Olaylar 20 Mayıs 1859 tarihinde Nikolay Petroviç’in, üniversiteyi Avrupa’da bitirerek eve dönen oğlu Arkadiy ve davetini kırmayarak kabul eden arkadaşı Bazarovla karşılamasıyla başlar.
Babası Nikolay Petroviç’in, burada soylu olmayan Feniçka isminde bir bayandan bir oğlu daha olmuş ancak, onunla henüz evlenmemiştir. Bu durumdan oğlu Arkadiy’in haberi yoktur. Tek kardeşi olan Pavel, eşinden ayrılmış ve kardeşinin evine yerleşmiştir.
Arkadiy okuldan arkadaşı, Bazarov, bir takım düşünceleri olan, herkesten farklı bir kişilikte, hiçbir otoriteyi kabul etmeyen, hiçbir şeye inanmayan nihilist bir düşünceye sahiptir. Arkadiy arkadaşına bağlıdır ve onun dediklerine inanarak kendini ona benzetmeye çalışır. Bir süre köyde kalırlar. Bu esnada evde yaşayanlarla daha yakından tanışırlar. Arkadiy üvey annesinin ve üvey kardeşinin olduğunu öğrenir. Bu durumu tepkiyle karşılamaz. Arkadiy’in babası ve amcası, Bazarov’un nihilist, hazır cevap ve kendine göre bir felsefesinin olduğunu anladıkça onu pek fazla sevmezler. Özellikle Pavel onunla çok hararetli tartışmalara girişir ve ondan nefret eder. Bazarov tıp okumaktadır ve canlıları incelemektedir. Köyde hergün yürüyüşe çıkmakta ve bulduğu canlıları eve götürerek mikroskopla onları incelemektedir.
Bir gün Bazarov, tanıdıkları bürokratın şehre gelerek belediye başkanını teftiş edeceğini ve kendilerini şehre davet ettiğini öğrenir ve Arkadiy’e kendilerinin oraya gitmelerini teklif eder, sonra da kendisinin ailesinin yanına gitmesi gerektiğini belirtir. İki arkadaş yola çıkarlar ve şehre giderler, orada arkadaşları ile görüşürler. Arkadaşları bir bayan tanıdığını, onun yanına gidip bir şeyler yemeyi ve içmeyi teklif eder ve Kukşina isimli bayanın evine giderler. Kukşina Anna Odintsova isimli bir bayan arkadaşından bahseder ve tanıştırır. Arkadiy ve Bazarov Kukşina’nın arkadaşı Anna’ya hayran kalırlar. Anna da Bazarov’un nihilist ve hiçbir şeyi kabul etmeyen olgun bir kişi olduğunu görünce onunla daha yakından tanışmak ister ve köydeki evine davet eder. İkisi de daveti kabul ederler ve ertesi gün onun evine giderler. Oradaki düzeni ve Anna’nın evin hanımı olarak otoritesini beğenirler. Bu arada Anna’nın kız kardeşi Katya ile tanışırlar. Katya da ablası gibi güzel ve alımlı bir bayandır. İki genç Katya’yı beğenirler ancak Anna’ya aşık olurlar.. Bazarov ile Anna birbirlerine yakınlaşırlar, Arkadiy ise istemeden de olsa Katya ile vakit geçirir. Bazarov, Anna’ya aşkını ilan eder ancak istediği olumlu cevabı alamaz. Bu arada Bazarov’un ailesi eve gelmesi için ona haber gönderir, o da eve döner. Arkadiy de Bazarov’un evine beraber gitmeye karar verir. Bazarov’un babası da emekli bir doktordur ve Arkadiy’in general olan dedesinin birliğinde görev yapmıştır. İki arkadaş köyde bir süre kalır ve canları sıkılmaya başlayınca Arkadiy’in köyüne dönerler.
Arkadiy’in köylerine döndüklerinde Bazarov tekrar canlılarla ilgili çalışmalarına devam eder. Ancak Arkadiy Anna’yı unutamamaktadır ve onun yanına gitmeye karar verir. Bu arada Bazarov köyde çalışmalarına devam ederken Feniçka’dan hoşlanmaya başlar ve onunla her fırsatta konuşur ve ilgilenir. Bir gün bahçede onula karşılaşır ve onu öper. Bu durumu Pavel görmüştür. Ancak bu bayandan kendisi de hoşlandığı için bu durumu gururuna yediremez ve Bazarov’a düello teklif eder. Ancak nedenini açıklamaz. Bazarov durumu anlar ve düelloyu kabul eder. Düelloyu gizli yaparlar ve Bazarov Pavel’i bacağından yaralar. Yine kendisi tedavisini yapar ancak burada daha fazla kalamayacağını anlar ve O da Anna’nın evine doğru yola koyulur. Burada Arkadiy’e köyde olanları detaylarına girmeden anlatır. Arkadiy olanlara üzülür ancak burada kalmaya devam ederler. Yine Bazarov’la Anna, Arkadiy’le de Katya beraber gezerler. Bir zaman sonra Arkadiy Katya’yı Anna’dan ister. Anna duruma üzülür, çünkü Arkadiy’in kendisini sevdiğini düşünmektedir, ancak durumu kabul eder. Bazarov da ikisinin evlenmesini onaylar. Aslında Bazarov evlilik ve romantizme inanmamaktadır, Arkadiy’i daha çocuk olarak görmektedir. Ancak burada kendisi de yavaş yavaş duygusallaşmakta ve Anna’ya olan ilgisini göstermektedir. Ancak Anna’nın kendisine acımasını gururuna yediremez, oradan ayrılmak ister ve evine doğru yola çıkar.
Bazarov evine döner ve babasıyla beraber köyde hastalanan insanlarla ilgilenmektedirler. Bir gün tifodan ölen bir köylünün otopsisine katılır. Otopsi esnasında neşterle kendi parmağını keser ve tifo mikrobunu kapar. Babası durumu öğrendiğinde artık çok geç kalınmıştır ve hemen doktor çağırır. Bazarov babasından Anna’ya selam göndermesini ister. Babası durumu Anna’ya bildirir, kadın bir Alman doktorla derhal Bazarov’un yanına gelir. Ancak Alman doktor gencin kurtulamayacağını, artık çok geç olduğunu ve birkaç gün ömrü kaldığını bildirir. Bazarov Anna’nın kucağında vefat eder.
Bazarov’un vefatından sora Arkadiy’le Katya, Nikolay Petroviçle de Feniçka evlenirler. Baba oğul Kirsanovlar Mariyino’da yerleşirler, Arkadiy çalışkan ve başarılı bir çiftçi olur. Nikolay Petroviç toprak reformu komisyonuna üye olur. Katya’nın bir oğlu olur ve adını Koyla koyarlar. Pavel sağlığı ve işleri için Moskova’ya gider. Anna, ileride devlet adamı olacak güzel konuşan bir hukukçu ile evlenir.
Etiketler:
edebiyat,
roman,
rus edebiyatı,
turgenyev
Ankara, Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Ankara" adlı romanı, Cumhuriyetin ilk yıllarının farklı karakterlerin dünyasından anlatılıyor. İlk baskısı 1934’de yayınlanan roman üç bölümden oluşuyor; birinci bölümde Milli Mücadele ruhunu özlemle ve övgüyle anlatan yazar, ikinci bölümde Cumhuriyetin ilk yıllarının ardından bu Milli Mücadele ruhunun yitirilmesini eleştiriyor, kendi deyimiyle bir karikatür yapıyor. Son bölümde ise yazar, Cumhuriyetin yirminci yılında gerçekleşmesini hayal ettiği Türkiye düşünü anlatıyor.
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur.
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir. Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır. Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.
"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
"Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)
Roman kahramanları Selma Hanım ve Neşet Sabit'tir. Nazif Bey ve Hakkı Bey'ler de romanın diğer kişileridir. Selma Hanım, İstanbul'dan Ankara'ya gelen idealist bir inkılâpçıdır. Önce Nazif Bey'le evlenir. Bankacı Nazif Bey'de istediğini bulamaz. Bu, Nazif Bey'in şahsında, aynı zamanda bürokrasinin de kokuşmuşluğunu simgeler. Hakkı Bey binbaşıdır. Sivil bir bürokratta aradığını bulamayan Selma Hanım, asker Hakkı Bey'le evlenir; fakat o daha büyük bir hayal kırıklığına uğratır Selma Hanım'ı. Daha sonra idealist bir gazeteci olan Neşet Sabit'le hayatını birleştirir.
Millî Mücadele yıllarında hiçbir çıkar gözetmeksizin yurtları için çalışan bazı subayların ve politikacıların, zaferden sonra “sermaye çevreleriyle ilişkileri” ya da “arsa spekülasyonu”, “taahhüt işi” gibi girişimlerle zenginleşmeleri, “inkılap”a boş vermelerini, romanın kadın kahramanı Selma’nın yaşamı izlenerek Millî Mücadele inancının ateşli dönemleri ve sonrası anlatılmaktadır.
Cumhuriyetimizin başkenti Ankara'yı anlatan Yakup Kadri'nin "Ankara" adlı romanı, üç ayrı dönemi ve bu dönemlerin Ankara hayatını yansıtması yönüyle ilginç ve okunmaya değer bir eserdir. Romanın baş kahramanı Selma Hanımın hayatı, evlilikleri ve insanî ilişkileri ile birlikte Ankara'nın üç dönemi canlı tasvir ve olaylarla verilir.
Bu dönemler:
1. Millî Mücadele'den önceki Ankara (Savaş zenginlerinin, yolsuzlukların ve arayışların belirdiği Ankara).
2. Millî Mücadele'deki Ankara (Millî silkinişin ve yeniden toparlanan, zaferi kazanan Ankara).
3. Millî Mücadele'den sonraki Ankara (Savaş sıkıntılarının geride kaldığı, modernleşen ve bir o kadar da özünden kopup sosyeteleşen Ankara).
Selma Hanım, İstanbul'daki bir bankada muamelât şefi olarak görev yapan kocası Ahmet Nazif Bey ile birlikte Ankara'ya gitme hazırlıkları yapar. Önce deniz yolu ile İnebolu'ya; oradan da kara yolu ile (İnebolu - Kastamonu - Çankırı güzergâhı = İstiklâl Yolu) Ankara'ya gelirler. Onların Ankara'ya gelmek istemelerindeki en büyük amaç; bir kurtuluş ümidi aramalarıdır. Çünkü, İstanbul yabancı devlet askerleri tarafından işgal altındadır ve Türklere her türlü işkence ve zulüm yapılmaktadır. Onlara göre; Ankara'da başlatılan Millî Mücadele, dolayısıyla Ankara adı, bir kurtuluş umududur.
Yıl 1921... İşgal altındaki İstanbul’da Ankara’nın adı bir kaçış ve kurtuluş parolası olarak fısıldanıyor, her fısıldanışta gözlerde bir umut ışığı parlatıyordu. Kadın ya da erkek Ankara’ya gidenlerin diğer insanların gözünde önemi bir anda artıyor adeta kutsallaşıyorlardı. Bütün şehirlerde Ankara’dan gelecek haberler heyecanla ve merakla bekleniyor, Ankara’da olup biten her şey gazetelerin baş sayfalarını süslüyordu.
Selma Hanım ve Nazif Bey, Ankara'ya gelişlerinde Tacettin Mahallesi'ndeki küçük bir eve yerleşirler. Yerleştikleri evin sahibi Ömer Efendi ve ailesi Ankara'nın seçkin kimselerindendir. Bu seçkinlik, soydan ziyade para ve mala dayanmaktadır. Ömer Efendi ve ailesi Birinci Dünya Savaşı'ndan yararlanmayı bilen savaş zenginlerindendir. Birinci Dünya Savaşı döneminde bu tür zenginlerin birdenbire ortaya çıkması olağan olduğu için halk, Ömer Efendiyi ve ailesinin bu türedi zenginliğini yadırgamaz.
"Zira Büyük Kavga'da cephe gerisini tutanlardan birçoklarının, yalnız Ankara'da değil, memleketin her bucağında böyle hiç yoktan servet ve samana konuverişleri en tabiî hadiselerden biri hâlini almıştır."
Nazif Bey, bir gün eski arkadaşlarından Murat Bey’le karşılaşır. Murat Bey, Büyük Millet Meclisi'nde mebustur ve Etlik'teki bağ evinde oturur. Murat Bey; Nazif Bey ve karısı Selma Hanımı Etlik'teki bu bağ evine davet eder. Ankara'nın monoton havasından sıkılan Selma Hanım, kocasını razı eder ve Murat Bey'in Etlik'teki bağ evine gidilir. Murat Beyin evinde bir başka misafir daha vardır. Binbaşı Hakkı Bey... Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin gururlu, milliyetçi ve vatanperver düşünceleri karşısında büyülenir. Sonraki günlerde ve haftalarda Bnb. Hakkı Bey ve Selma Hanım at gezintilerine çıkarlar. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın Bnb. Hakkı Bey’le yaptığı bu at gezintilerine sesini çıkarmaz, doğal karşılar. 1921 Ankara’sında bir kadının eşiyle birlikte bile olsa bu kadar çok gezmesi, Çankaya, Keçiören gibi semtlerde dolaşması, ata binmesi hiç alışılmamış şeylerdir. Fakat, ev sahibi Ömer Efendi; Selma Hanım, kocası Nazif Bey ve Bnb. Hakkı Bey’in tutum ve davranışlarını hoş karşılamaz; onları "yabanlar" olarak nitelendirir. Nazif Bey, Ömer Efendi’nin kendileri için kullandığı "yabanlar" kelimesini, "yabancılar" olarak yorumlar. Ömer Efendi, bu kişilerin hareketlerini onaylamamasına rağmen sesini çıkarmaz. Çünkü, neticede Nazif Bey, bankada çalışmakta ve biri mebus, diğeri binbaşı olan iki önemli dostu bulunmaktadır. Ne de olsa bu makamlarda bulunan kimselere ihtiyacının olacağını düşünür ve beğenmese de onlarla iyi geçinmenin menfaati icabı olduğuna kanaat getirir.
Bir başka gün Selma Hanım; kocası Nazif Bey, kocasının arkadaşı Murat Bey ve ailesinin, Bnb. Hakkı Bey’in de birlikte bulunduğu bir sohbet toplantısında Neşet Sabit adında İstanbul'dan yeni gelmiş bir yazarla tanışır. Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden etkilendiği gibi, Neşet Sabit Beyden ve konuşmasından çok etkilenir. Neşet Sabit'in Selma Hanım üzerinde bıraktığı bu etki, sonraki zamanlarda da kendini gösterir.
Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyin yaptırdığı atış denemelerinde başarılı olur. Bu başarısından cesaret alan Selma Hanım, Bnb. Hakkı Beyden kendisinin cephe ya da cepheye yakın yerlerde görevlendirilmesini talep eder. Bu talep karşısında Bnb. Hakkı Bey, aracı olur ve onun Eskişehir'deki bir askerî hastanede görev almasını sağlar. Selma Hanımın hastanede göreve başlamasından bir hafta sonra Yunanlılar taarruza geçer. Bu durumda Ankara'ya geri döner. Ankara halkı, ümitsiz biçimde şehri boşaltma faaliyetlerine girişir. Selma Hanım ise, Yunanlıların Ankara'ya gelemeyeceği konusunda kesin inançlıdır. Çünkü, hastanede görev yaptığı kısa süre içinde yaralı askerlerin bir an önce cephedeki arkadaşlarının yanına dönme isteklerini unutamamıştır. Bu inancını, tanıdığı herkese söylemeye ve halka moral vermeye gayret eder. Kocası Nazif Beyin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'yı terk etmez ve Cebeci hastanesindeki görevinin başından ayrılmaz. Ona göre, Ankara; vatanın kalbinin attığı kutsal bir şehirdir. Millî uyanış ve zafer; ancak Ankara'daki mücadeleye bağlıdır. Bu nedenle, Ankara terk edilmemelidir. Nazif Bey, karısı Selma Hanım’ın kendisini dinlememesi karşısında ondan ayrılır.
Nihayet, Selma Hanımın beklentileri meyvesini verir. Yaklaşık bir ay sonra, Sakarya kıyılarından zafer haberi geldiğinde Ankara’da gösterişsiz bir sevinç yaşanır. Bu zaferin arkasından ise, Büyük Meydan Muharebesi ile Türk milleti Yunanlılara ağır darbeler vurur ve nihayet Yunanlıların elindeki güzel İzmir, geri alınır. Türk milleti kesin zaferi elde eder. Bnb. Hakkı Bey de "Miralay" rütbesi ile Ankara'ya döner. Selma Hanım, önceden de çok takdir ettiği Miralay Hakkı Bey ile evlenir. Bu arada Nazif Bey, Selma Hanımdan boşandıktan sonra kötü bir hayata sahip olur; tanınmaz ve silik özellikler çizer.
"Selma Hanım, Nazif'in kendisini bıraktıktan sonra, ne kadar bedbaht olduğunu da biliyordu... Yumuşak, pembe, sessiz ve uslu Nazif; kuru, sinirli, sert ve haşin bir insan olmuştu. Kendini tamamıyla içkiye verdiğini söylüyorlardı."
Romanın ikinci bölümünde Cumhuriyetin ilk yıllarının Ankara’sını görüyoruz. Aradan üç yıl geçtikten sonra Yenişehir’de yeni bir evde karşımıza çıkan Selma Hanım iki yıldan beri Emekli Miralay Hakkı Bey’in haremidir. Selma Hanım’ın bütün hoşnutsuzluğuna rağmen Miralay Hakkı Bey, emekli olur ve bir şirkette meclis idare reisliği görevini alır.
Hiçbir çıkar gözetmeksizin vatan için mücadele eden, pek çok kişi için milli mücadele ruhunun simgesi olan bu emekli subay artık taahhüt işleriyle uğraşmaktadır.
Sonraki zamanlarda ise, Nazif Bey gibi o da Selma Hanım’ın gözünden düşer. O artık, cepheden yeni döndüğü zamanlardaki Selma Hanım’ın gözündeki "ilah" değildir. Giyinişini, yaşayışını ve Selma Hanıma olan tavırlarını çok değiştirir. Ayrıca, lüks yaşamaya merak sarar. Miralay Hakkı Bey’deki bu tür değişiklikler, Ankara'da yaşayan diğer insanların da pek çoğunda görülür.
"Nazif, ne kadar eski Nazif değilse, Miralay Hakkı Bey de o kadar eski Hakkı Bey değildir. Selma Hanım’ın, bu Hakkı Bey’e, ikide bir 'Nerede o tunç rengin? Nerede o çelik gövden? Nerede o sert ağzın? O koyu kumral bıyıkların?' diye soracağı geliyor."
Batılılaşmayı yanlış algılayan insanlar, alafranga hayat tarzını kendine ölçü almaya başlar. Ankara'da yaşayanların önemli bir bölümü; Gazi Hazretleri'nin inkılâplarını yanlış yorumlar; çağdaş yaşamanın balolarda, gece eğlencelerinde ve çaylarda boy göstererek eğlenmek olduğunu düşünür. Özellikle, dönemin bürokrat ve aydınlarının bir bölümü birbirleriyle gösteriş yarışına girerler. Hakkı Bey de, Avrupa'yı gören ve Avrupalılarla sıkı ticarî ilişkilerde bulunan biri olarak bu gösteriş yarışının içinde yerini alır.
"Hakkı Bey:
- A hanım, diyordu. Bir defa , ben Avrupa'da bulunmuş bir adamım. (Harb-i Umumî'de bir kere Almanya'ya gitmişti.) Sonra da Avrupa adap ve muaşeretine dair ne kadar kitap görürsem alıp okuyorum. Artık, benim yaptığımın doğruluğundan şüphe edilir mi?"
Hatta, sade bir aile hayatı olan Murat Bey bile, bu olumsuz ortam içinde gülünç duruma düşmekten kendini kurtaramaz ve bilinçsiz faaliyetleri ve tavırlarıyla Selma Hanımı şaşırtır. Murat Bey, mebusluğu bırakır ve safahat âlemi içinde özünü kaybeder. Murat Beyin arabasından, çay ve yemek davetlerinden azamî derecede yararlanan insanlar, gerçekte onun samimî dostları değildir.
Ankara Palas’ın açıldığı yıl yılbaşı baloları ayrı bir heyecan yaratır. Ankara Palas’ın büyük salonlarında çeşitli eğlenceler planlanmaktadır. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, İstanbul terzilerine siparişler verilir, Beyoğlu’nun büyük mağazalarında kalmayan mallar Avrupa’ya sipariş edilir. Balo günü geldiğinde Ankara Palas’ın önünde heyecanlı bir hareketlilik yaşanıyordu. Şık otomobilleriyle baloya gelenler otelin kapısında birikmiş olan meraklı halk kümelerini zorlukla açarak içeri girebiliyorlardı. Bütün bu olanları bir film şeridi gibi izleyen yerli ve köylülerin oluşturduğu kalabalık için ise, balo denilen şey Ankara Palas’ın önünde başlıyor ve bitiyordu. Onlar içerideki dünyada olup bitenleri merak etmekle ve kendi aralarında tahminler yürütmekle yetiniyorlardı. İçerideki dünyada ise, davetliler dans ediyorlar, birbirlerinin üst baş ve davranışlarını inceliyorlar ve memleket meseleleri üzerine derin sohbetlere dalıyorlardı.
Selma Hanım, yılbaşı eğlencelerinin düzenlendiği yeni açılan Ankara Palas Oteli'nde önceden tanıştığı ve etkisinden kurtulamadığı Neşet Sabit Bey’le tekrar karşılaşır. Neşet Sabit Bey; Ankara'da bir evde tek başına yaşamasına rağmen, İstanbul'daki bir gazetenin yazarlığını ve muhabirliğini yapar. Ayrıca, tercüme işleriyle uğraşır. Neşet Sabit Bey de, Selma Hanım gibi Ankara sosyetesinin bilinçsiz hayat tarzından rahatsızdır. İki eski dost, duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarırlar. O günden sonra birlikte gittikleri tüm balo ve davetlerde Selma Hanım ile Neşet Sabit Beyin sohbet konusu Ankara halkı üzerindeki değişme ve Batılılaşma kavramının yanlış anlaşılmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara, yalnız insanlarıyla ve hayat tarzı ile değil, mimari ve evlerin iç dekorasyonu ile de Avrupaî tarza uygun olarak değişiklik gösterir. Gerek Selma Hanım, gerekse Neşet Sabit Bey; Batılılaşmanın bir eğlence tarzı olmadığı; bilimsel gelişme, değişme ve işletme gücü olduğunda hemfikirdirler. Bu düşünceler; Selma Hanımı Hakkı Beyden iyice uzaklaştırır. Ayrıca, Hakkı Beyin yabancı bir kadınla olan flörtü ve Selma Hanım’ın kendi hayatını kurmak istemesi, onları boşanmaya kadar götürür. Selma Hanım ikinci kocası Miralay Hakkı Beyden ayrılır.
Neşet Sabit Beyin yardımıyla Selma Hanım öğretmen olur. Cumhuriyet'in kuruluşunun onuncu yıl kutlama törenlerinde Gazi Hazretleri'nin konuşmasını Selma Hanım, yeni kocası Neşet Sabit Beyle birlikte büyük bir coşkunlukla dinler. Artık, Atatürk'ün oluşturduğu inkılâplar, halk tarafından özümsenir; Ankara'nın çehresi ve bütün Türkiye'nin hayat tarzı da olumlu bir değişme sürecine girer. Ankara'nın bu değişen çehresine ayak uyduramayan, kendi menfaatlerini, ülkenin menfaatlerinden önde gören, yanlış Batılılaşan sosyete grup, Ankara'yı terk eder ve Avrupa'ya yerleşirler. Murat Bey ve ailesi de bunlardan biridir. Selma Hanım, Murat Bey ve ailesine acır ve onların Avrupa'da barınamayacağını düşünür.
Selma Hanım ve üçüncü kocası Neşet Sabit Bey, Kaledibi'nin Cebeci'ye bakan yamacında bir apartman dairesinde yaşar. Selma Hanım, öğretmenliğine devam ederken Neşet Sabit Bey de roman yazarlığı ile meşgul olur. Ayrıca, Neşet Sabit Beyin yazdığı "Kaltabanlar" adlı komedi eseri, Devlet Tiyatrosu'nun açılış töreninde sahnelenecektir. Neşet Sabit Bey, bu büyük güne hazırlanmanın telaşı ile faaliyetlerine hız verir. Nihayet, oyunun sahneye konacağı gün gelir. Tiyatro oyununu izlemeye gelenler arasında Atatürk de bulunmaktadır. Oyun, çok başarılı bir şekilde sahnede sergilenir. Atatürk, Neşet Sabit Bey’i yanına çağırtır ve onu tebrik eder. Oyunun sahnede sergilenmesinden sonra oyunda görev alan ekip ile birlikte sabaha kadar eğlenen Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, yorgun bir şekilde evlerine dönerler.
Selma Hanım, Neşet Sabit Bey’i çok sevmesine rağmen, onun başka kadınlarla olan ilişkisinden şüphelenir. Özellikle, oyunda rol alan Yıldız Hanım adlı genç bir kızla olan yakınlığını kıskanır. Ancak, Yıldız Hanımın sporcu bir gençle evlenmesi ile bu şüphelerinden kurtulur.
Romanın üçüncü ve son bölümünde ise, 1937 yılından başlayarak yazarın hayalini kurduğu Ankara portresi sergilenmektedir.
Son sistem limuzinlerle bir arada geçen kağnı kafileleri, yığın yığın kok kömürü taşıyan Berliez kamyonları yanında, sırtlarında birer tutam odunla dolaşan eşeklerin manzarası kadar, hep birlikte çıkardıkları sesler de tam kaos yaratıyordu.
Ankara’da kalabalık sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılan ana cadde, henüz, Avrupa metropollerindeki “boulevard” veya “avenue”ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı ama, ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan eser kalmamıştı. Kale içindeki esnaf, tüccar ve zanaat sahipleri buradaki modern dükkan ve mağazalara yerleşirler.
"Ankara, bütün manasıyla bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı ve bu masalın kahramanının, saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli gençlik kaynağı gibi yeşil Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu."
Bilimsel çalışmalarla oluşturulan gelişim haritasına göre Orta Anadolu ziraatı tamamen bırakmış hayvancılık merkezi olmuştu. Büyük devlet çiftliklerinin geniş otlakları cinsi ıslah edilmiş ve üretilmiş eski Ankara keçileriyle, iklime uydurulmuş Merinos koyunlarıyla doluydu. İç Anadolu’nun kumaş ve şayak fabrikalarına yün buralardan temin ediliyordu. Ayrıca, yine İç Anadolu’nun yağ, peynir ve et sanayisi zanaatı için bu çiftlikler de inek ve sığır da yetiştiriliyordu.
Selma Hanım, hayal kurmaktadır. 1943 yılında yapılacak Cumhuriyetin 20’nci yıl dönümü kutlamaları arasında kendini hissetmeye başlar. Hayalleri içinde, bir gün evine döndüğünde kendine gelen bir mektuptan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun yirminci yıldönümü için yapılacak kutlamaların düzenleme komitesine seçildiğini öğrenir. Bu mektupla, yaşlandığının farkına varır. Cumhuriyet kurulalı yirmi yıl olmuştur.
Cumhuriyetin yirminci yıl kutlamaları da, onuncu yıl kutlamalarında olduğu gibi büyük bir coşku yapılır. Binlerce insan, bir sel gibi Çankaya'ya akar, halk tek vücut olur. Kutlamalara katılan Selma Hanım ve Neşet Sabit Bey, ilerleyen yaşlarının verdiği zayıflıkla yorgun düşer ve evlerine dönerler. Uzaktan işitilen şenlik seslerinin eşliğinde ve içtikleri ıhlamur sayesinde yorgunluklarını atmaya çalışırlar. (Cumhuriyetin 20. yıl kutlamalarını anlatan bölüm içindeki ifadeler, Selma Hanımın hayalleriyle ilgilidir.)
Etiketler:
ankara,
hikaye,
roman,
tarih,
türk edebiyatı,
yakup kadri
Allah’ın Süngüleri-Reis Paşa, Attila İlhan
Attila İLHAN’ın 1920 ve 1921 yıllarının İstanbul’unu, Anadolu’sunu anlattığı Allah’ın Süngüleri adlı romanı belirli bir tarih altyapısına sahip olunarak okunduğu takdir de anlam kazanmaktadır. Ülkenin karşı karşıya kaldığı yurt içi ve yurt dışından kaynaklanan sıkıntılar, buhranlar romanın alt yapısını oluşturmuştur. Tarih kitaplarından aşina olunan İsmet İNÖNÜ, Mareşal Fevzi ÇAKMAK, Halide Edip ADIVAR, Yunus NADİ, Çerkes ETHEM gibi şahsiyetler ve onlarla alakalı o yıllara ait hadiseler özenle seçilmiştir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın” Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.
Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu. Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor. Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
“-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.
Romanın geneline bakıldığında yazarın anlaşılmama kaygısı yaşamadan eski Türkçe kelimeleri seçmiş olması dikkate değer bulunmaktadır. Aslında o dönemi anlatmak için yapılması gerekende budur. Olayların eski kelimeler kullanılarak anlatılması, mistik bir hava kazandırmıştır.
Öncelikle kitabın adının niçin Allah’ın Süngüleri olduğunu ifade etmekte yarar vardır. Mustafa Kemal, ülkenin işgalini en son haçlı seferi olarak nitelendirmektedir. Anadolu’yu da İslam’ın son kalesi olarak değerlendirmektedir. Yazar bir anlamda Haçlılara karşı Allah’ın Süngülerinin mücadelesi olarak düşünmüştür.
Roman, İstanbul’un işgali ile başlayan dönemi anlatılıyor. İstanbul’un işgali oldukça dramatize edilmiştir. Toplar şehre çevrili kruvazörler, hedef gözetmeksizin acımasızca ateş eden taretler, dehşete düşmüş halkın, kadın çocuk, genç ihtiyar kaçışmaları akıcı bir şekilde anlatılmıştır. Konuya ilişkin kitaptan bir bölüm:
“Kalın ve karanlık bir pus, dersaadeti kaplamıştı.Şehrin soğuk ışıkları, yer yer, bu dağınık su tozu dalgınlığında belirip kayboluyor:16 Mart 1336 (1920) sabaha karşı, Boğaziçi’nde Dolmabahçe’den Beykoz’a Müttefik Donanmasının o bunaltıcı dretnot kruvazör, muhrip ve destroyer kalabalığı. İngiliz Amiral Gemisi bunların arasında arduvaz grisi bir heyulâ güvertesindeki yerinden gemilere ışıkla işaret veren Bahriyeli muhabere neferi. Öteki İngiliz gemilerinden yanıp sönen cevap işaretleri zor fark ediliyor. Havada duman kokusu , siren sesi motor uğultuları.
Muhtelif zırhlılardan ayrılmış donanma çatanaları Bahriye silahendazları ve Hindu Gurkha’larla yüklü olarak Dolmabahçe, Sirkeci, Galata, Rıhtımlarına yol alıyorlar. Savaş gemileri de askerleri taşıyan çatanalarda yoğun sis ve serin sabah alacasında korkulu bir rüyanın müphem hayalleri âdeta görünmüyor; varla yok arası, sadece hissediliyor.
Desaadet. Beykoz. ”Ahval-i hâzıra dolayısıyla“, Şirket-i Hayriye vapurlarının işlemeyişi; iskele çevresinde müteheyyiç ve mütecessis bir kalabalığın birikmesine neden olmuş; kalıplı kalıpsız, fesler; birisi âbani iki sarık: eflatun ipek çarşafı içinde gözlüğü altın çerçeveli, “saraylı” Hanım; kulaktan kulağa, aynı fısıltı: “- ... İngiliz, şehri işgale tevessül etmiş: bir hayli şehit ve mecruh .....”
Namluları kıyıya çevrilmiş İngiliz kruvazörü birden ateşe başladı bütün taretleri ile salvo ateşi! Önce ne olduğu, niçin olduğu anlaşılmacaktır; ahali dehşete düşmüş, sağa sola kaçışır; kadın ve çocuk çığlıkları, dualar! Hedef yüksekçe bir tepedeki, büyükçe bir bina: Beykoz Eytam (yetimler) Yurdu. Sabah sislerinden, henüz tam arınamamış; camlarında buğu, pancurlarında çiğ pırıltıları, evlerin az uzağında, yalnız ve münzevi mermiler sağına soluna düştükçe; ufukta yankılanan infilâkları çıtırtılı ateşin ve duman sarmalının, dehşetini çoğaltmaktadır.”
İşgal kuvvetleri ile teşriki mesai içinde çalışan Damat Ferit hükümeti ve padişah yanlısı basının içinde bulunduğu ihanet çemberi yalın bir dille romanda yer almıştır. Bu çemberi tamamlayan bir diğer önemli halka ise, azınlıkların diz boyu hainlikleridir. Kitapta İstanbul öyle tasvir edilmiş ki; Türk olarak o dönemde orada yaşasaydınız azınlık psikolojisine girmekten kendinizi alamazdınız. Dükkanlarda İngiliz ve Yunan bayrakları, sosyetenin akıl almaz vurdum duymazlığı ve bu insanlarla Anadolu’daki halk arasındaki kopukluğa dikkat çekilmiştir.
Dönemin yürekli vatanperver aydınları ise, her nevi tehlikeyi göze tabiri yerindeyse kelle koltukta olarak Mustafa Kemal’in etrafında toplanmışlar. Halide Edip’in Adnan Beyin (ADIVAR) ve Yunus Nadi’nin Ankara’ya doğru meşakkatli yolculuğu dudak ısırtacak şekilde ifade edilmiştir. Kitaptan bir Bölüm:
“ Öndekilerin durduğunu görünce Miralay Kâzım Bey , atını sürüp gruptan ayrılarak Halide Edip’e ve Arslan Kaptan’a yaklaştı; ayazın yaladığı yüzü âdeta, donmuş zor konuşuyor;
“-- .... Kaymakam Hüsrev Bey’le, Dr. Adnan Bey, “yorulduk” diyorlar; ” bir adım daha atamazlarmış!...” ötekilerde bunlara uyarsa ?... “ Sustu endişeyle ekledi: “--... Halbuki bu gece muhakkak Adapazarı’na varmalıyız!...”
Arslan Kaptan da böyle düşünmüştü; Hâlide Hanım’ın yüzüne sorguyla bakarak :” ... doğrusu budur!...” dedi.
Miralay Kâzım Bey biraz merak biraz endişe Hâlide Edip Hanım’a dönüyor: ”--... Hanımefendi siz nedersiniz?....”
Halide Edip Hanım atına yol vermişti bile, tipinin anaforları içinde kaybolurken, azimli ve kararlı, kesip attı: :”--... yola devam etmeliyiz!....”
Kitapta Atatürk’ün bazı tespitleri dikkat çekicidir. Mesela, İttihatçılık ile ilgili şöyle diyor “.... nankör olmayalım! İttihatçılık bir ocaktır; yetişmemizde dahli var, bu... bu gayr-i kâbil-i inkar bir hakikat!... Ne var ki, onlar Garplılaşmak temâyülündeydi, biz medeniyetçi olacağız....Onlar komitacıydı biz inkılâpçıyız.... Onlar Osmanlılaşma taraftarıydı biz milliyetçiyiz” İşte Atatürk’ün batılılaşma anlayışı…
Kerameti meclisten mi bekleyeceğiz diyenlere Mustafa Kemal “ ... evet ben kerameti Meclisden bekleyenlerdenim, bir devre yetiştik ki, meşruiyet esastır, bu da ancak milli kararlara istinat etmekle mümkün olabilir” diyerek demokratik kişiliğini ortaya koymaktadır.
Kendisi ve Kuvay-ı Milliye aleyhine fetvalar çıkararak “din” kartını oynayan Ferit Paşa’ya karşı Mustafa Kemal, aynı kozu “İslamın son kalesi de elden çıkmak üzeredir” diyerek daha etkili bir şekilde kullanmıştır. Yunanlılar tarafından içinde “Halife-i ruy-i zemin Padişah Efendi’nin devlete isyan edenlerin idama mahkum edildiğinin yazıldığı beyannamelerin uçaklar dolusu olarak göklerden boşaltılması da, başka bir “Bilgi Destek Harekatı” uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, uçaklardan boşaltılanlar; birde yerdeki hainlerin azınlıklar ile kolkola dağıttıkları beyannameler unutmamak gerekir. Fevzi Paşa’nın ifadesi ile “asıl amaç Kuvay-i milliye karşısına fetva kuvveti olan kuvay-i inzibatiyeyi çıkararak, bir tek İngiliz askerinin burnu bile kanamadan kendi insanımızı birbirine kırdırmak”. 11 Nisan 1336 (1920) da yazılmış olan “Fetva-yı Şerife :
“.... İslam şehirlerinde, bazı kötü adamlar birleşip anlaşarak ve kendilerine bir baş seçerek halkı kandırıp buyruksuzca asker toplamaya başvurup; zâhiren askerin ihtiyacı için, hakikatte ise ceplerini doldurma hevesiyle, haraç ve vergiler koyup türlü tazyik ve eziyetle, halkın mal ve eşyalarını ellerinden aldıkları; böylece Tanrı kullarına kötülük ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bâzı şehir ve kasabalara saldırıp, onları yerle bir ettikleri ve onları cezalandırdıkları, bazı şehir ve kasabalara saldırıp, onları onları yerle bir ettikleri ve devletine bağlı nice yurttaşları öldürdükleri, usûlünce tayin olunmuş, bâzı asker ve sivil memurları vazifelerinden affedip, yerlerine kendi adamlarını getirdikleri, hükümet buyrklarının yerine getirilmesine engel oldukları, pâyitahtı ülkeden ayırıp halifenin gücünü azaltmak istedikleri, böylece hainlikte bulundukları;devletin nizamını ve şehirlerin asayişini bozmak için yalanlarla halkı kandırdıkları, açığa çıkıp gerçekleşen elebaşılarla, bunların adamları, devlete başkaldırmış kimseler olup haklarında çıkarılan pâdişah buyruğundan sonra da kötülüklerinde ısrar eder ve onları devam ettirirlerse, onların kötülüklerinden memleketi temizlemek ve tebaayı kurtarmak için öldürülmeleri gerekirmi?
Şehülislam: Gerekir.
Bu sebeple memlekette savaşa ve dövüşe gücü yeten müslümanların Halife Mehmet Vahdettin’in çevresinde toplanıp yapılacak davetlere verilecek emre uyarak sözü edilenlerle savaşmaları gerekir mi ?
Şeyhüliislam: Gerekir.
Halife tarafından asilerle savaştırılmak istenen askerler savaştan kaçarlarsa; dünyada şiddetli cezayı ve öldüklerinden sonra eziyete müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Halifenin askeri olupta ayaklananları öldürenler gâzi ve asilerce öldürülenler şehit olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.
Asilerle savaşılması için verilen padişah buyruğuna uymayan müslümanlar suç işlemiş bulunur ve cezaya müstehak olurlar mı?
Şeyhülislam: Olurlar.”
Yazarın o dönemin İstanbul tespitleride ilginç: “ Costantinople” neresinden bakılırsa bakılsın Kâhire ile “ kâbil-i kıyas “ bir yer sayılamaz. Burası bir “metropol” minarelerine rağmen sanki batılı bir şehir; hele Müttefiklerin yönetimine intikalinden” sonra büsbütün böyle! “ Parisiana’nın” Paris’deki bir gece kulubünden farkı nedir? Ya da Gülistan Satvet’in “Mondaine” bir Fransız “mademoiselle” inden farkı ?
Atatürk, Moskova’nın desteğini alabilmek maksadıyla temas kurma ihtiyacı hissetmekte fakat bu temas için resmi bir sıfatı bulunmamaktadır. TBMM’nin kendisini reis seçmesiyle bu da hallolmuş olur. İngiliz emperyalizmine karşı mazlum İslam devletlerinin desteğini ve Bolşeviklerin desteğini kullanmak ister. Fakat Bolşeviklerin yeni başlayan mücadelenin başarısından emin olmayan moskova aranın desteği verme de biraz çekingen ve tutuk davranır. Kitapta, Bolşeviklerin parasal yardım ve askeri malzeme desteğine karşılık Azerbaycan hükümetinin Bolşevik devletler grubuna sokulmasının taahhüt edilmesi konusu araştırılması gereken bir konu olarak öne çıkmaktadır. Yazarın, Atatürk’ün Selanik yıllarında iken hatıra defterine “ mutlaka socialiste olmalı...... maddeyi anlamalı “ şeklinde yazdığını iddia etmesi de ayrı bir inceleme konusudur.
Yazar Çerkez Ethem’in özellikle Düzce-Hendek-Adapazarı, Yenihan-Yozgat-Boğazlıyan, Konya’da Delibaş Mehmet isyanını bastırmadaki başarılarını anlatıyor. Bu dönemde Çerkes Ethem alenen Ankara’yı faaliyetsizlikle ve kifayetsizlikle suçluyor. Kitaptan bir bölüm:
“Söylediklerinin üzerine basarak İsmet Bey (İNÖNÜ) diyorduki:
“-- ... ne kadar acı, ne kadar jahredici olsa da aramızda hakikatleri itiraf etmemiz, bence en doğrusu olacaktır: Maatteessüf, Yozgat ve havalisindeki asileri tedîbe kâfi bir kuvvetimiz kalmamıştır; hadise vahim ve endişeyi mucip görünüyor; şu var ki Kuvay-i Seyyare gibi, maneviyatı son derece yüksek bir kuvvet için....”
Ethem Bey dik ve kendinden Emin sözünü kesti; yüksek sesle fakat, kimsenin yüzüne bakmadan konuşuyordu:
“ --... bu bir itiraf, kabul! Fakat geç kalmış bir itiraf! Heyeti temsiliye bir senedir, ne iş yaptı ? Niçin merkezinizi takviye etmediniz. Tebliğ-i resmi neşretmekle konferanslar tertiibiiyle, bu işleri halletmek mümkünmüdür?..”
“ Sustu, şikayetçi bir sesle ilave etti: “--... nihayet biz düşmanı bırakıp geride sizin işlerinizle uğraşmaktayız...”
Tevfik Bey, dudaklarında yanlış bir gülümseme, “ başını tasvip makamında” sallayarak Fevzi Paşanın gözlerinde cevap arıyor, paşanın cevabı alçak sesle aynı kelimelerin tekrarından ibaret: “--.... evet efendim! “ Yaptığı sert çıkıştan Ethem Bey, galiba rahatsız olmuştu: Sigara yakmaya davranırken, daha düşük bir sesle dedi ki:
“--... affınıza mağruren, söyledim, serzenişten maksadım gafletlerinizin devamına mani olmaktır, daha Düzce’de bulunduğum sırada sarahatle ifade etmiştim ki....”
Ethem Yozgat isyanından sonra “Mustafa Kemal’i meclisin önünde asmalı” diyor. Ethem’in ağabeyi Reşit Bey, kardeşine göre biraz daha hırslı olarak göze çarpıyor.Reşit Beyin niyeti başarıları karşılığında kendisine Erkân-ı Harbiye Umum Reisliğinin verilmesi, bunu hakettiğini beyan ediyor. Ethem Garp Cephesinde İsmet Paşa’nın emri altında çalışmak istemiyor aralarında ciddi görüş ayrılıkları var, Ethemin başına buyruk hareket etmek istemesi önceki alışkanlıklarının doğal bir sonucu. Ethem ile Mustafa Kemal arasındaki husumet sonraları git gide derinleşiyor ve bir ara Ethem suikaste dahi yelteniyor. Kitaptan bir bölüm.
“ Reis Paşa’nın odasındaki “musâfaha” gittikçe daha sert bir “münâkaşa” ya
dönüşmüştü Tevfik Rüştü Beyin ir gözleri, gözlük camlarının ardında sonuna kadar açık ikisininde ellerinin, silahlarına, ne kadar yakın durduğunu gördükçe içi titriyor, uzaklardan o mahcup gük gürültüleri; camlarda, iri çekirdekli yağmur ve tıpırtısı!...
Ethem Bey iri ve kaba kol hareketleri ile düpedüz bağırarak diyordu ki:
“-- ... İsmet Bey ile mizacımız uyuşmuyor; geçinemeyeceğimiz kat’iyyen anlaşılmıştır; onu, başımızdan alınız yerine daha münasip, daha mülayim bir kumandan tayin edilsin... her halükârda bize suhûlet gösterecek bir zat olmalı; bu takdirde eminin ki her şey düzelecektir...”
Bu romanda Halide Edip Hanım ile Yunus Nadi Bey önemli bir rol oynuyorlar. Halide Edip’in bir dönem Amerikan mandası taraftarlığı, daha sonra ise Mustafa Kemal ve milli mücadele taraftarlığı ortaya konmuş. Halide Edip Mücadelenin medya tarafı ile daha çok ilgili görünüyor. Yunus Nadi ise mecliste Tevfik Rüştü ile birlikte Mustafa Kemalin isteği ile Komünist Fırkasını kurarlar. Bolşevizm ile ilgili olarak Mustafa Kemal şunları söyler "Bolşevik olmak başkadır. Bolşevikler ile teşrik - i mesai etmek başkadır. Biz ikinci yolu seçtik". Kitaptaki çarpıcı konulardan biri de düzenli ordunun kurulmasında Troçki’nin Kızılordusundan esinlenildiği savıdır.
O dönemde mecliste Bursa’nın işgali vekiller arasında ciddi galeyana sebep olmuş ve Mustafa Kemal aleyhtarları seslerinin iyiden iyiye yükseltme zemini yakalamışlardır. O bu noktada gerçekçi kişiliğini ortaya koyarak şunları söyler “....efendiler! Vaziyeti muhakeme ederken ve tedbir düşünürken ...acı da olsa ... hakikati görmekten bir an fariğ olmamak lazımdır... Kendimizi ve birbirimizi aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur...Hey’eti Vekile bu tarihteki şeraite göre, seferberlik yapabilmeyi acaba düşünebilirmiydi?..... Memleketin baştanbaşa halifenin fetvası hükmünde olduğu bir sırada..... milleti askere davet etmek, caiz ve mümkün görülebilirmiydi”.
Kitapta Bursa’nın Yunan tarafından işgalinin faturası can ve mallarını selamette görmek isteyen “Burjuva” ya kesilmiş. Yunanlıyı Bursa eşrafının adeta davet ettiği yazılmıştır.
Dikkat çekici bir diğer konuda Çerkeslerin Anadolu’da muhtar bir devlet kurmasına yönelik iddiadır. Kitapta, İzmir’de bu amaca dair bir cemiyet kurduklarından bahsetmektedir.
Romanda Atatürk’ün yer yer Rumeli ağzı ile konuşmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca, Atatürk’ün yurt dışı görevlerde tanıdığı yabancı bayanlarla ilişkileride yer almaktadır. Aşklarının arasında Fikriye Hanıma olan tutkusu hususiyet kazanmıştır.
Kitabın son bölümünde birinci İnönü muharabesi ve Çerkes Ethem’in ihaneti yer almaktadır. Mustafa Kemal İnönü zaferi için “kendisi küçük ganimeti büyük “ diye ifade etmektedir.
Etiketler:
atatürk,
attila ilhan,
deneme,
edebiyat,
indir,
mustafa kemal atatürk,
özet,
pdf,
roman,
tarih
8 Ocak 2014 Çarşamba
Padişahların Kadınları Ve Kızları, Çağatay Uluçay
Osmanlı İmparatorluğunun başlangıcından son bulmasına kadar Padişahların kadınları ve kızlarının incelendiği, temel alınabilecek bir kitaptır. Kadınların birçoğu Türk asıllı değildir. Kadının padişahlar üzerinde etkisi Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlamış ve artarak sürmüştür. Kızların çoğu genç yaşta verem hastalığından hayatlarını kaybetmiştir. İmparatorluğun son dönemlerinde kadın ve kız sayısının artması, bunların kontrolünde sıkıntılar meydana getirmiş, ahlaki bozulmalara sebep olmuştur. Bu dönemde Avrupa hayranlığı Sultanlar arasında gelişmiştir. Padişahların genç yaşta tahta çıkmaları sonucu devletin yönetimi ne yazık ki Sultanların elinde kalarak düzeltilemeyecek durumlara gelmiştir. Saray ve halk arasındaki uçurumun giderek derinleşmesine sebep olmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun sonunu hazırlayan en önemli nedenlerden biri olarak ta kadınların idareye olan etkisi gösterilebilir.
OSMAN BEY
Bala Hatun ve Mal Hatun eşleridir. Bala Hatun Şeyh Edebalı’nın kızıdır. Orhan Bey’in annesi Mal Hatundur. Osman Bey’in Fatma adında da bir kızı olduğu bilinmektedir.
ORHAN BEY
Nilüfer Hatun(Holifira), Asporca Hatun (Bizans imparatoru 3’üncü Andronikos’un kızı), Teodora (Maria), Eftandise Hatun eşleridir. Fatma Hatun, Hatice Hatun ise kızlarıdır. 1’inci Murat ve Süleyman Paşa Nilüfer Hatundan dünyaya gelmişlerdir.
1’İNCİ MURAT
Gülçiçek Hatun, Tamara, Paşa Melek Hatun eşleridir. Nilüfer Hatun, Melek Hatun ise kızlarıdır. Yıldırım Bayezid annesi Gülçiçek Hatundur.
YILDIRIM BAYEZİD
Devletşah Hatun, Maria (Sırp kralı 1’inci Lazar’ın kızıdır.), Hafsa Hatun eşleridir. Hundi Hatun, Oruz Hatun, Fatma Hatun, Erhondu Hatun kızlarıdır. Çelebi Mehmet’in annesi kayıtlarda net olarak kim olduğu belli değildir.
ÇELEBİ MEHMET
Emine Hatun, Kumru Hatun eşleridir. Selçuk Hatun, Hafsa Hatun, Ayşe Hatun, Sultan Hatun, İlaldı Hatun kızlarıdır. 2’nci Murat’ın annesi Emine Hatundur.
2’NCİ MURAT
Hatice Hatun, Hüma Hatun, Yeni Hatun, Mara (Despina, Sırp Kralı’nın kızıdır) eşleridir. Erhondu, Fatma, Hatice, Şehzade Hatunlar kızlarıdır. Fatih Sultan Mehmet’in annesi Hüma Hatundur. Hüma Hatunun ecnebi olduğu kayıtlarda geçmektedir. Mara tekrar ülkesine dönmüş olup din değiştirmemiştir.
FATİH SULTANMEHMET
Gülbahar Hatun, Gülşah Hatun, Sitti Hatun, Çiçek Hatun, Helene (Mora despotunun kızıdır.) eşleridir. Gevherhan Sultan kızıdır. 2’inci Bayezid’in annesi Gülbahar Hatundur. Çiçek Hatun da ecnebi idi. Şehzade Cemin annesidir. Gevherhan Sultandan meydana gelen Göde Ahmet daha sonra Akkoyunlu hükümdarı oldu.
2.BAYEZİD
Ayşe, Bülbül, Ferahşad, Gülbahar, Gülruh, Hüsnüşah, Nigar, Şirin Hatunlar eşleridir. Aynışah, Ayşe, Fatma, Gevherimuluk, Hatice, Hundi, Hüma, İialdı, Kamer, Selçuk, Şah, Sultanzade kızlarıdır. 2’nci Bayezid Osmanlı padişahlarından en çok evlenendir. Bundan dolayı çoçuk sayısı da o kadar fazladır. Gülbahar Hatun Yavuz Sultan Selim’in annesidir.
YAVUZ SULTANSELİM
Hafsa Sultan ve ismi belirlenemeyen 3 eşi vardır. Hafsa Sultan Kanuni Sultan Süleyman’ın annesidir. Beyhan, Fatma, Hafsa, Hatice, Şah, Hanım Sultan kızlarıdır. Şah Sultan, eşinin çok sert ve katı yürekli olmasından dolayı boşanmıştır.
KANUNİ SULTANSÜLEYMAN
Hurrem Sultan (Bir rus papazın kızıdır), Mahidevran, Gülfem Hatun eşleridir. Osmanlıda kadın saltanatının başladığı dönemdir. Kanuni yaşlandıkça Hürrem Sultanın etkisinde kalmıştır. Hürrem Sultanla Mahidevran Sultan haremde kavga etmiş, Mahidevran Sultanın oğlu Mustafa paşanın yanına sürgün edilmiştir. Mustafa Paşa Hurrem-Mihriban-Rüstem üçlü ittifakı sonucu öldürülmüştür. Şehzade Bayezid’in padişah olmasını istiyorlardı. Mihrimah Sultan, Raziye Sultan kızlarıdır. 2’nci Selimin annesi Hurrem Sultandır.
2’NCİ SELİM
Nurbanu (Yahudi ve İtalyan’dır) Sultaneşidir. İsmihan Sultan, Şah Sultan, Gevherhan Sultan, Fatma Sultan kızlarıdır. İsmihan Sultan Sokullu Mehmet paşa ile evlenmiştir. Gevgerhan Sultanise Piyale Paşa ile evlenmiştir. 3’üncü Muradın annesi Nurbanu Sultandır. Nurbanu Sultan gelini Safiye Sultanın itibarını sarsmak istemiştir. 3’üncü Muradın annesi Nurbanu Sultandır.
3’ÜNCÜ MURAD
Safiye Sultan (Venedik Baffo ailesinden), Şemriruhsar eşleridir. Safiye Sultan kocasını zevk ve eğlenceye terk ederek devlet işlerini ele aldı. Kim daha çok hediye getirdi ise yüksek mevkilere onu getirdi. Ayşe Sultan, Fahri Sultan, Fatma Sultan, Mihriban Sultan, Rukiye Sultan 30 kızından adları tespit edilenler arasındadır. Safiye Sultan 3’üncü Mehmet’in annesidir.
3’ÜNCÜ MEHMET
Handan Sultan eşi ve 1’inci Ahmed’in annesidir.
1’İNCİ AHMED
Mahfiruz Sultan, Mahpeykar Sultan (Kösem Sultan) eşleridir. Osmanlı tarihinin en namdar kadını Kösem Sultan’dır. Kösem Sultan bir papazın kızıdır. 1’inci Ahmet çocuk yaşta padişah olmuş ve Kösem Sultan onu avuçlarının içine almış devleti idare etmiştir. 1’inci Ahmet’in ölümünden sonra 4’üncü Murad padişah oluncaya kadar yönetimden uzak kaldı. 4’üncü Murad’la birlikte 10 yıl devletin idaresini elinde tutmuştur. Daha sonra Turhan Sultan tarafından boğdurulmuştur. Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Atike Sultan, Hanzade Sultan kızlarıdır.
1’İNCİ MUSTAFA (3’üncü Mehmet’in oğlu)
1’inci Ahmet kardeşi Mustafa deli olduğu için öldürtmemişti.1’inci Ahmet erken ölünce yerine kardeşi Mustafa geçti. Kısır veya çocuksuz padişah olarak anılır.
2’NCİ OSMAN
Padişahlar cariyelerle evlenirken 2’nci Osman bu geleneği bozmuş ve şeyhülislamın kızı Akile Hanımla evlenmiştir. Diğer eşinin adı Ayşe kadındır.
4’ÜNCÜ MURAD
Ayşe Sultan eşidir. Kaya Sultan, Safiye Sultan, Rukiye Sultan kızlarıdır.
SULTAN İBRAHİM
Hatice Turhan Sultan (Tatar), Aşub Sultan, Muazzez Sultan, Ayşe Sultan, Mahenver Sultan, Şivakar Sultan, Hümaşah -Telli Haseki eşleridir. Hatice Turhan devlet işlerinin başına Köprülü Mehmet Paşayı getirmesi yaptığı en büyük iştir. Yeni caminin inşaatını tamamlamıştır. Fatma Sultan Gevher Sultan ve Beyhan Sultan kızlarıdır.
4’ÜNCÜ MEHMED
Gülnüş Sultan (Girit’ten Vernizzi ailesinden), Gülnar Kadın, Afife Kadın eşleridir. Hatice Sultan Fatma Sultan, Ümmi Sultan kızlarıdır. 1687’de tahttan indirilmiştir.
2’NCİ SÜLEYMAN
Hatice, Behzat, İvaz, Süğlün, Şehsuvar, Zeynep Kadınlar eşleridir.
2’NCİ AHMED
Rabia Sultan eşleridir. Asiye Sultan ve Atike Sultan kızlarıdır.
2’NCİ MUSTAFA
Alicenab Kadın, Afife Kadın, Hümaşa Kadın, Saliha Sultan, Şehsuvar Sultan, Hatice Kadın, Hasfa Sultan, Hanife Hatun eşleridir. Saliha Sultan 1’inci Mahmut’un annesidir. Ayşe Sultan, Emine Sultan, Safiye Sultan, Emetullah Sultan, Zeynep Sultan, Fatma Sultan, Rukiye Sultan, Hatice Sultan kızlarıdır.
3’ÜNCÜ AHMED
Emetullah, Ayşe, Emine, Fatma, Gülşen, Hatice, Hurrem, Meyli, Mihrişah, Nazife, Nejat, Rukiye, Sadık, Ümmügülsüm, Zeynep, Hanife, Şermi, Şayetse kadınlar eşleridir. 30 tane kızı olmuştur. Fatma, Ümmügülsüm(2 yaşında nişanlanmıştır), Ümmügülsüm(2 tane), Zeynep Sultan(3 tane), Ayşe Sultan (2 tane), Saliha Sultan, Esma Sultan, Atike Sultan, Hatice Sultan, Zübeyde, Emine, Naile, Nazife, Rabia (2 tane), Reyhan, Rukiye (4 tane), Sabiha, Ümmüseleme, Akile Sultan, Bayhan Sultan, Emetullah Sultan kızlarıdır.
1’İNCİ MAHMUD
Alicenab Kadın, Verdinaz Kadın, Rami Kadın eşleridir. İkballeri, Meyyase, Fehmi, Sırrı , Habbabe Hanımlardır.
3’ÜNCÜ OSMAN
Zevki Kadın ve Ferhunde Hanımdır. 55 yaşında padişah olmuştur. Haremdeki tüm rakkaseleri atmıştır. Çocuğu olmamıştır.
3’ÜNCÜ MUSTAFA
Adilşah, Aynülhayat, Mihrişah, Rifat kadınlar eşleridir. Hibetullah Sultan, Mihribah Sultan, Mihrişah Sultan, Şah Sultan, Beyhan Sultan, Hatice Sultan kızlarıdır.1’inci Mahmud ve 3’üncü Osman’ın çocuğu olmadığı için 30 yıl doğum şenliği yapılmamıştır.
1’İNCİ ABDÜLHAMİT
Ayşe Sineperver, Binnaz, Dilpezir, Hümaşah, Mehtabe, Mislinayab, Muteber, Nakşidil (Fransız), Nevres, Şebisefa, Ruhşah Hatice kadınlarıdır. Nakşidil Kadın 2’nci Mahmud’un
Annesidir. 1’inci Abdülhamit Ruhşah Hatice kadını çok sevmiştir. Ayşe Dürruşehvar, Hatice Sultan, Esma Sultan, Aynışah Sultan, Rabia Sultan, Melekşah Sultan, Rabia Sultan, Fatma Sultan, Alemşah Sultan, Saliha Sultan, Hibetullah Sultan, Emine Sultan kızlarıdır. Ayşe Dürrüşehvar Hanım 1.Abdülhamit’in yasak olmasına rağmen şehzadeliği zamanında olmuştur. Babası hükümdar oluncaya kadar saray dışında büyütülmüştür. Şehzade iken çocuk sahibi olma 1’inci Ahmed zamanında yasaklanmıştı. Esma Sultan ve Annesi Ayşe Sineperver Kabakçı ayaklanmasının meydana gelmesinde büyük rol oynamıştır.
3’ÜNCÜ SELİM
Afitab, Aynisafa, Demhoş, Goncenigar, Hüsnümah, Nuruşems, Tabısafa, Zibifer, Mahbube, Safizar, Refet, Meryem kadınlarıdır.
4’ÜNCÜ MUSTAFA
Seyyare, Dilpezir, Şevkinur kadınlarıdır. Emine Sultan kızıdır.
2’İNCİ MAHMUD
Aşubcan, Bezmialem, Hoşyar, Nevfidan, Nuritab, Pertevniyal, Piruz-i Felek, Vuslat Zerginar kadınlarıdır. Hüsnü Melek, Zeynifelek, Tiryal, Lebriz Hanımlar ikbaleridir. Fatma(3 tane), Ayşe, Saliha, Mihrimah, Emine, Şah, Zeynep, Emine, Hamide, Cemile, Atiye, Münire, Hatice, Adile, Hayriye Sultan kızlarıdır. 2’nci Mahmut 4’üncü Mustafa öldürüldükten sonra ailesinde kendisinden başka erkek kalmamıştır. Bundan dolayı çok sayıda cariye ile münasebette bulunmuştur.
ABDÜLMECİD
Servetseza, Trimüjgan, Şevkefza, Düzdidil, Perestu, Gülcemal, Mahitab ,Bezmera, Verdicenan kadınlarıdır. İkballeri, Nalandil, Ceylanyar, Serfiraz, Nergizev, Gülustu, Navekmisal, Nesrin Hanım, Şayetse Hanımdır. Mevhibe Sultan, Naime Sultan, Fatma Sultan, Behiye Sultan, Neyyire Sultan, Refia Sultan, Aliye Sultan, Cemile Sultan, Münire Sultan (2 tane), Samiye Sultan, Nazıme Sultan, Sabiha Sultan, Behice Sultan, Mukbile Sultan, Seniha Sultan, Zekiye Sultan, Fehime Sultan, Şehime Sultan, Mediha Sultan, Naile Sultan, Bedia Sultan kızlarıdır.
Abdülmecid çok müsrifti. Dolmabahçe sarayını yaptırarak içini Avrupa’dan getirttiği eşyalarla doldurmuştu. Kadınlarının çokluğu ile diğer padişahlar arasında rekor kırmıştır. Tirimüjgan kadın 2.Abdülhamid'in annesidir. Gülcemal kadın Abdülmecid’in en sevdiği kadın imiş. Bezmera kadın saray geleneklerinin aksine saray dışındandır. Fakat Abdülmecid tarafından boşanmıştır. Serfiraz Hanım rezaletleriyle ünlüdür. Küçük fesli diye bir Ermeni çocuğuna tutulmuş, onun için çok para ödemiş, rezaletleri dillere destan olmuştur. Gülistan Hatun Vahdetinin annesidir. Kırım Savaşı esnasında bile Abdülmecid ilk kızının düğününü abartılı olarak yapmıştır.
ABDÜLAZİZ
Dürrünev, Hayrandil, Edadil, Nesrin, Gevheri Kadınlarıdır. Saliha, Nazıme, Emine, Esma, Emine, Fatma kızlarıdır.
5’İNCİ MURAT
Mevhibe (çocuğu yok), Reftaril, Şayan, Meyliservet, Resan kadınlarıdır. Hatice, Fehime, Fatma, Aliye Sultan kızlarıdır. Hatice Sultan Murat'ın şehzadeliği döneminde olduğu için gizli olarak büyütülmüştür.
2’İNCİ ABDÜLHAMİD
Nazikeda, Bedrifelek, Nurefsun, Bidar, Dilpesent, Mezid, Emsalinur, Müşfika kadınlarıdır. Sazkar, Peyveste, Fatma Pesent, Behice, Saliha Naciye ikballeridir. Ulviye Sultan, Zekiye, Naime, Naile, Şadiye, Ayşe, Refia, Hatice,Samiye Sultan kızlarıdır. Abülaziz ile Abdülhamit Nurefsun kadına tutulmuştur. Ancak bir tertiple 2’nci Abdülhamit Nurefsun öldüğü intibaını oluşturmuş ve böylece kendisi evlenmiştir. Müşfika ve Fatma Hanımlar 2’nci Abdülhamit'i hiç yalnız bırakmamışlardır.
MEHMED REŞAD
Kamures, Mihrengiz, Dürrüaden, Nazperver, Dilfirib kadınlarıdır.
MEHMED VAHİDETTİN
Nazikeda, İnşirah, Müreddet, Nevare, Nejat kadınlarıdır. Fenire, Ulviye, Sabiha Sultan kızlarıdır. Vahidettin ülkeden kaçtıktan sonra bütün kadınları Ortaköy sarayına Abdülmecid Efendi tarafından yerleştirilmiştir. Kızlarından Sabiha Sultanı M.Kemal Paşa ile evlendirmek istediğini bildirdiyse de Mustafa Kemal Paşa hayır veya evet demez ama sonradan vazgeçer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)