Ps3 Kırma

18 Mart 2013 Pazartesi

Deli Kurt, Hüseyin Nihal Atsız

‘Deli Kurt’ Osmanlı tarihinde Yıldırım Beyazıd’dan sonra ‘Şehzadeler Kavgası’ diye anılan devrin tarihi bir romanıdır. İsa Çelebi Yıldırım Beyazıd’ın oğullarından birisidir. ‘Deli Kurt’ İsa Çelebi’nin meçhul bir oğlunun dramıdır.
Yazar eserinde; İsa Çelebinin oğlu Deli Kurt’un maceralı yaşam hikayesini anlatmaktadır.
Satı Kadın; Çakır'ın süt anası olan ve onun tarafından sahici bir ana kadar sevilen Türkmen kadınıdır. Büyük oğlu Niğbolu savaşında, kocası da Ankara Savaşında şehit olur. Küçük oğlu Evren'le yalnız kalmıştır. Sipahi olan süt oğlu Çakır'ı çok sever.
Bala Hatun; Yıldırım Bayazıd'ın oğullarından İsa Beğ'in haremidir. Türk'ün Türk'ü kırdığı o korkunç Ankara Savaşından sonra Yıldırım Bayazıd tutsak düşüp kendi canına kıyınca, oğulları beğlik davasına kalkarlar, birbirlerine karşı gelirler. İsa Beğ’i düşündüren bir şey vardır. Büyük bir aşkla sevdiği Bala Hatun üç dört ay sonra dünyaya bir çocuk getirecektir. Bu çocuk erkek olur ve kendisi de davayı kaybederse kardeşleri bu çocuğu sağ bırakmazlar. Bala Hatun'u Çakır’a emanet eder.
Çakır; Karasılı bir sipahidir. Küçük bir tımarı vardır. Tımarın geliri kendisinden başka iki cebeli'nin de savaşa hazır bulundurulmasını sağlayacak kadardır. Anası kendisini doğururken öldüğü için onu Satı Kadın emzirmiştir. Çakır'ı öz oğlu gibi bağrına basmış, Çakır da onu öz ana gibi sevip saymıştır. On beş, on altı yaşlarında iken başından geçen bir olay, daha doğrusu atlattığı bir tehlike onu İsa Beğ'le tanıştırmıştır. O günden sonra İsa Beğ’in gözü pek, güvenilir adamı olur.
Çakır, Bala Hatun’u süt anası olan Satı Kadın’a götürür. Bu yolculuk sıkıntılı ve endişeli geçer. Bala Hatun’u Satı Kadın’a emanet eder.
On Yıl sonra Mehmed Beğ, Osmanlı ülkesine beğ olur, öteki kardeşler bu dünyadan el etek çekerler. Artık memlekette iç kavgası kalmaz, düzen kurulur, Çakır da Osmanlı Padişahı Mehmed Beğ'in sipahileri arasına girer.
Çakır on yıl sonra Bala Hatun’u ve Satı Kadın’ı görmek için tımarını bırakıp Satı Kadın’ın köyüne gider. Satı Kadın’dan Bala Hatun’un öldüğünü ve çocuğunun ismini Murad koyduğunu öğrenir. Murad ve Satı Kadın’ın küçük oğlu Evren büyürler. Murad’a köylüler Deli Kurt lakabını koyarlar. Murad'a 'Deli Kurt' denilmesinin sebebi at sevgisindeki aşırılığıdır. Ata bindi mi deliye döner, tehlikeli sürüşler yapar. Dörtnala giderken yerden çomak kapmasını bütün Türkmen çocuklarından iyi başarır. Hiçbir şeyden korkmaz. Tek başına olduğu zaman bile on kişiye saldırmaktan çekinmez.
Çakır, Deli Kurt ve Evren’e okçuluk, kılıç kullanma dersleri verir ve onları cebeli asker olarak yetiştirir. Çakır Deli Kurt'un herhangi bir tesadüfle bir Osmanlı şehzadesi olduğunu öğrenmesinden korkar. Daha kötü olarak da başkalarının, onun şehzade olduğunu bilmelerinden çekinir.
Aradan altı yıl geçer ve Çakır, yeni iki cebeli olarak Evren'le Murad'ı alır ve ilk savaşlarına çıkarlar. Torlak Kemal ile yapılan savaşta, Torlak Kemal’i Deli Kurt kahramanca savaşarak öldürür, görenler Padişaha bildirirler ve Deli Kurt Padişahla tanışır. Padişah kahramanlığından dolayı Deli Kurt’a cebelisi olmayan küçük bir tımar verir. Sipahi olduktan biraz sonra evlenir, hocasının kızı Meleği alarak kendi tımarının bulunduğu köye yerleşir.
Aradan on yıl geçer, Çakır Deli Kurt ve Evren bahçelerinde otururken Satı Kadının yanına gitme kararı alırlar. Satı kadın üç kafadara Gökçen Kızın hikayesini anlatır. Yürük Kızı Gökçen’den Deli Kurt çok etkilenir ve esrarengiz Gökçen Kıza sevdalanır. Yassı tepeye gelen, kaval çalan gökçen kızı görür ve aşkını ilan eder. Oba Beğ’inin oğlu da Gökçen'e gönül verir.
Sefer vardır, ulak haber verir. Karaman ülkesine yürürler. Savaş sırasında Karamanlı köylülerden bir kısmı Deli Kurt’un yanına gelir yardım isterler. Köye sığınan yaralı bir karamanlı askeri, bir yeniçeri öldürmek üzeredir. Deli Kurt yeniçeriye yaralıyı bırakmasını söyler, tartışırlar ve vuruşurlar. Yeniçeri ölmüş, Deli Kurt ağır yaralanmıştır. Karamanlı köylüler Deli Kurt’a bakarak yaralarını iyileştirirler. Hayatını kurtardığı Karamanlı asker Balaban’la arkadaş olur ve onun obası olan şeytan dağına varsak obasına giderler. Balabanın hayatını kurtardığından çok iyi karşılanır. Varsak obası Gökçen kızın geldiği yerdir ve anası burada yaşar. Deli Kurt Gökçen Kız’ın başından geçenleri obanın en yaşlı kadınından öğrenir. Gökçen Kızı ve anasını tanımaya çalışır. Varsak obasında esrarengiz Gökçen kızın anası Esen Börü ile tanışır. Deli Kurt iyice iyileştikten ve Gökçen Kızın anasıyla görüştükten sonra Varsak obasından ayrılarak sevdalısı Gökçen Kızın yanına gider. Gökçen Kız Satı Kadının obasında yaşar.
Satı Kadının obasına gidince Gökçen Kıza gönül vermiş oba beğinin oğlu ile vuruşmak zorunda kalır. Dövüşte ikisi de yaralanır ama beğ oğlu daha ağırdır. Gökçen Kız anasından gelen em ile Deli Kurt’un yaralarını iyileştirir. İyileşinceye kadar Yassı Tepede Gökçen Kızın yanında kalır.
İlkbahar gelirken yeni bir sefer buyruğu gelir. Sırplar ve Macarlarla çok çetin savaş olur. Deli Kurt en önde savaşır. Macarlar tarafından çevrilip esir alınır. Deli Kurt'un üç yılı sonsuz bir hüzün içinde tutsak olarak geçer. Macarlarda bir savaş hazırlığı vardır ve bundan istifade edip kaçma planı yapar. Biraz macarca öğrenmiştir. Macarlardan kaçışı zor ve uzun olur.
Deli Kurt, tımarına vardığında Karası Sancağı tımarlılarının hep birden, savaş için Tuna boyunda olduğunu öğrenince onlara katılmak için elini çabuk tutar. Köyünde ancak bir hafta kalır. Tımarının işlerini düzene koyup akçasını alır. Gökçeni görmeğe gider ama Gökçen Varsak'a gitmiştir. Deli Kurt Gökçen’i göremeden sancağına katılır. Macarlarla İzledi Geçidi’nde savaş çetin olur. Macarlar yenilmiştir savaş sonunda Çakır, Evren şehit olurlar. Yaralanmıştır tımarına gitmesi için izin verilir.
Hatunu Melek, gebedir. Bu sefer onu arık ve solgun bulur. Deli Kurt, çoluk çocuğunu da obaya götürüp yazı Satı Ana'nın yanında geçirmeye karar verir. Zaten Çakır'ın ve Evren'in şehit düşmeleri dolayısıyla koca anaya baş sağlığında bulunmak ister. Ailecek Satı Kadın’ın obasına giderler. Satı Kadın’a şehit haberini verir. Satı Ana üzülür artık dünyada bir tek oğlu kalmıştır oda Deli Kurt’tur. Satı Ana, Melek Hatun'a çok iyi bakar. Doğurmak üzere bulunan bir kadına nasıl bakılacağını iyi bilir. Türkmenlerin binlerce yıllık tecrübelerine dayanarak 'Gürbüz bir oğlan doğuracak' der.
Deli Kurt Çakır’ın eşyalarına bakarken kemerinde saklı mektuplar görür. İsa imzalı anasına yazılmış mektupları okuyunca babasının İsa Beğ olduğunu öğrenir. Oğlunun ismini İsa koyar.
Savaş hazırlıkları vardır, Deli Kurt Gökçen’in yanına gider vedalaşırlar. Murad Beğ’in komutasındaki Osmanlılar bütün güçleriyle Varna Meydan savaşında Macarlarla savaşır. Savaşta Murad Beği Deli Kurt korur, beraber kılıç sallayarak savaş kazanılır. Murad Beğ kahramanlıklarından dolayı Deli Kurt’a alay beğliği verir.
Savaş sonunda Deli Kurt obaya döner. Acı haberi alır, bir gece sel olur. Satı Kadını, Melek Hatunu, kızlarını, bebeği İsa’yı, Gökçen Kızı hepsini selde kaybetmiştir. Deli Kurt, köyünü terk eder. Yalnız köyü değil her şeyi bırakır. Çöker, biter, mahvolur. Tımarını, alay beğliğini, evini bırakarak bilmediği bir yere gider. Bu meçhul Osmanlı şehzadesi, kendisinden önce gelen ve gelecek olan sayısız Osmanlı şehzadesine tarihin mukadderatının çizdiği büyük ıstırap içinde, bütün gözlerden silinerek kaybolur.

Falih Rıfkı Atay, Çankaya

Falih Rıfkı ATAY’IN, Atatürk’ün  hayatını ve yaşadığı dönem olaylarını anlattığı anı ve anektodlar.

        Çankaya,Falih Rıfkı Atay’ın, Atatürk’ün uzun yıllar yanında bulunan bir dostu olarak  kaleme aldığı eseridir.Bu yönüyle Atatürk’ün biyografisi olma özelliğini taşımaktadır.Fakat kitabın kurgusu salt bir biyografi tarzında  değil ,Atatürk’ün doğup büyüdüğü, içinde yaşadığı toplum ve olaylara da ışık tutan ve o günün bakış açısını çok açık bir şekilde gözler önüne seren bir yaklaşımı da yansıtmaktadır.Dolayısıyla yazar adeta okuyucuyu o günlere götürmekte  ve belki daha önce okuduğumuz ,fakat net olarak kavrayamadığımız bir çok konuyu yaşarcasına anlama fırsatı vermektedir. Eserde  anlatılan anı ve anektodlar  Falih Rıfkı’nın bizzat  gördükleri ve yaşadıkları olması ve  ilk ağızdan anlatılması  okumayı sürükleyici ve akıcı hale getirmiştir.Kitap, Atatürk’ün hayatındaki önemli devreleri içeren dokuz bölüm halinde anlatılmıştır.Bu bölümler  şu şekildedir;
(1)    MUSTAFA KEMAL  1881-1914
(2)    1914-1918
(3)    ÇÖKME
(4)    GERİLLA DEVRİ
(5)    ORDU DEVRİ
(6)    YENİ DEVİR
(7)    KEMALİZM
(8)    ATATÜRK’ÜN SON YILLARI
(9)    ANI  VE FIKRALAR
        Mustafa Kemal’in doğumu ve müteakiben  okul hayatı ve ilk kıta deneyimleri anlatılmaktadır.O günlerde Osmanlı’nın içinde bulunduğu sosyal,siyasal ekonomik ve kültürel yapı hakkında çarpıcı detaylara da olayların akışı esnasında değinilmektedir. Ayrıca ayrıntılı bir şekilde  Rüştiye ,İdadi ve Harp Okuluna girişi ve bu okullardaki başarısı etraflıca anlatılır.Mustafa Kemal’in daha İdadi de iken ,yaz tatilinde Tophane de bulunan Colleges des Freres’de Fransızca öğrenme azmi ve okulda şiir edebiyat ve hitabete olan düşkünlüğü  hem onun ne kadar bilinçli ,şuurlu ve öngörülü olduğunu hem de dönemin eğitim anlayışını ve eğilimlerini göstermesi açısından dikkate  değerdir.
        Mustafa Kemal, doğduğu dönem itibariyle koskoca bir imparatorluğun yıkılışına  şahit olmuştur.Her tarafta kargaşanın ,huzursuzlukların ve çalkantıların baş gösterdiği  bir zaman diliminde doğmuş olması, onu  daha güçlü ve sağlam bir karakter olarak geleceğe hazırlamıştır.    Onu daha genç yaşta iken vatanı kurtarma çabasına iten neden bu olsa gerektir.Mustafa Kemal daha Harbiye’ de okurken  kendince  arkadaşlarıyla vatanı kurtarma çareleri düşünür hatta gizlice dergi bile çıkartırlar.Kurmay  yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra arkadaşlarıyla gizli olarak toplandıkları  bir sırada, basılarak hapse gönderilir ve birkaç ay  hapiste kaldıktan sonra ,Okul Müdürü Rıza Paşanın aracılığı ile serbest bırakılır. Rıza Paşa her şeyi açıkça bilmesine rağmen  onları kurtarır ve hatta daha dikkatli olmalarını  öğüt verir.
        Ülke artık yıkılmanın eşiğindedir.Devletin tüm kurumları layıkıyla görevini yapamaz hale gelmiştir.Ordu da diğer kurumlardan hiç farklı değildir.İsmet İnönü’nün ağzından siyasete bulaşmış olan ordunun içler acısı halinin tasvir edildiği  şu yazı bir hayli ilginçtir: ”…Sekizinci topçu alayı kadrosunun büyük kısmı alaylı idi.Kışlada yatıyordum.Vaktimizin  çoğu yedinci alayın mektepli subayları  ile geçiyordu. Bizimkilerden başka alayların birçok topları eski sistem.Talim ve terbiye mektepli yüzbaşıların kabiliyetlerine kalmıştır.Asker umumi olarak dört yıllık silah altında .Ne vakit terhis olunacakları belli değil.Terhislerinin  bir gecikme sebebi ise birikmiş olan maaşları.Bu senelerde ayaklanma ile terhis olmak bir kaide idi.Ayaklanma ise şöyle olurdu.Askerler kendi aralarında gizlice konuşurlar ,talime çıkmayarak,padişaha müracaat ederler .Subayların asker üzerinde nüfuzları ahlak ve bilgi kuvvetinden gelir.Bu nüfuz da ,terhis ayaklanmalarında bu subaylara ancak kötü muamele görmemek imtiyazını verir.Bölüklerde bile atış talimi hiç yapılmazdı.Bin dokuz yüz altıda seri ateşli topların kabul edilmesiyle 7nci alayda ilk defa ve bir defa topçu atışı yapılmıştı.
        Bütün sınıflarda yüzbaşıdan yüksek kumanda sahipleri,gece gündüz alaylarını nasıl besleyecekler, subaylarının maaşlarını nasıl verecekler, yalnız bunlarla uğraşırlardı. Kolağasından ordu kumandanına kadar bütün amirlerde maaş tedariki için tedbir almak başlıca vazife, padişaha sadakat başlıca meziyet idi. Genç mektepli subaylar için bir terfi usulü de yoktu. Kimin ne vakit, ne sebeple terfi edeceği de bilinmezdi. Sekizinci topçu alayının bir kumandanı vardı ki,mektepli olduğu halde ,eğer diploması olmasa,okuma yazma bilmeyen bir alaylıdan  ayırmanıza ihtimal yoktu.
        Ordu politika batağı içinde idi.Teğmen yarbaya selam vermez olmuştu.Mustafa Kemal ordu politikadan hemen çekilmelidir  yoksa ordu kuvvet olmaktan çıkar diyor ve direniyordu.Hatta Enver paşa Hafız Hakkı Paşaya , Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor buna bir çare bulalım  bile demiştir.”
        Tabi ki durumun vahameti bununla da bitmez. Yazarın o dönemin sıradan insanlarından birine sorduğu bir soru neticesinde aldığı cevap çok anlamlıdır. ”Bu memlekette İttihat ve terakki’nin mi yoksa Yunanlıların mı hükmetmesini istersiniz?” Alınan cevap oldukça ilginçtir.Tereddütsüz bir şekilde “Yunanlıların,elbette”.    İşte  bu şartlar altında Balkan Savaşına girilmiş ve yaşanılan felaket  Türk tarihine kirli bir leke olarak geçmiştir.Mustafa Kemal’in  dehası da bu şartları gördükten sonra daha iyi anlaşılmaktadır.
        Atatürk, Filistin, Trablusgarp, Bingazi, Muş, Suriye cephelerinde, daha sonra Ana fartalar, Arı burnu, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarında, daima başarılı ve çarpıcı komutanlıklar sergilemiştir.Daha genç bir subay iken, kendi ülkesinde ve Avrupa'da katıldığı çeşitli manevralarda gösterdiği ustalıklar ve uyguladığı taktikler, verdiği emirler ve harp sahalarında kazandığı zaferlerle Atatürk, ne kadar başarılı bir komutan olduğunu tarih sayfalarına altın harflerle yazdırmıştır. Atatürk'ün ağzından kaleme alınan şu küçük anekdot bu askeri dehanın emarelerini bütün çıplaklığı ile yansıtmaktadır.”Karargâhı Yalova'da bulunan Ordu Komutanı Liman Von Sanders Paşa telefonla beni aradı. Konuşmamıza aracılık eden Kurmay Başkanı Kâzım Bey idi. Sorduğu şu idi: "Durumu nasıl görüyorsunuz ve nasıl tedbir almayı düşünüyorsunuz? ". Durumu nasıl gördüğümü ve nasıl tedbirler almak gerektiğini çoktan bütün ilgili olanlara belirtmiştim. Hepsi cevapsız kalmıştı, dedim ki;
- "Durumu nasıl gördüğümü çoktan size bildirmiştim. Şimdi alınabilecek tek bir tedbir kalmıştır!"
- O tedbir nedir?
- Bütün komuta ettiğiniz kuvvetleri emrime veriniz. Tedbir budur!
Alaylı bir sesle,
- Çok gelmez mi?
- Az gelir ! dedim.
        Telefon kapandı. 8/9 Ağustos gecesi saat 21:50'de bana Anafartalar Grubu Komutanlığına tayin edildiğimi bildirdiler. Gerçi böyle bir sorumluluğu almak basit bir şey değildir. Fakat, ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu sorumluluğu yüklendim! Daha önce kararlaştırdığım saldırıyı kendim yöneterek düşmanın üstün kuvvetlerini gerilettim. 10 Ağustos sabahı tan yeri ağarırken düşman üzerine süngü ile atılmak için hazırladığım asker saflarının önüne geçerek kuvvetlerimi düşman üzerine attım. Düşman ortalık ağardıktan sonra Conkbayırı'nı denizden ve karadan büyük çapta toplarla dövmeye başladı. Bütün Conkbayırı dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes tevekkülle sonunu bekliyordu. Etrafımız şehitler ve yaralılarla doldu. Olan bitenleri seyrederken, bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimdeki saati paramparça etti. Etime giremedi. Yalnız deride bir kan lekesi bıraktı. Bu parçalanmış saati sonra bu günün hatırası olarak Liman Von Sanders Paşaya verdim. O da aile armalı saatini bana hediye etti. "Zaferini tebrik ederim Paşam!"
        Birinci Dünya Savaşı,gerek Osmanlı gerekse de Mustafa Kemal için bir dönüm noktasıdır.Çanakkale Savaşı’ndan sonra artık Mustafa Kemal  önü tutulamaz ve dehası  herkes tarafından idrak edilen  bir komutan olduğu bütün yurda malolur.Rakipleri de artık bundan sonra Mustafa Kemal’e kolay kolay ilişemeyecektir.Falih Rıfkı, ise Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerini şu şekilde aktarır.” Mustafa Kemal adını daha sonra ,Birinci Dünya Savaşının pek karanlık günlerinde duydum.Kalıbımızla Suriye’de,canımız ve kanımızla İstanbul’da idik.Çanakkale sökülüp düşman İstanbul’a girecek miydi?Böyle bir facianın rüyasını görürüz diye uyumaktan korkardık.Mustafa Kemal’in ismi ,o vakit  İstanbul’un Kurtuluş hikayesine karışmış  idi.Enver’in rakibi olduğu söylendiğinden ve adı saklanmak istendiğinden onu büsbütün benimsemiştik.Bir sır gibi yayılıp içlere sinen şöhreti,Enver’i sevmeyen ve ona güvenmeyen  genç subayların dillerinde destandı.Bir aralık  “Harp mecmuasında “ Ruşen Eşref ile mülakatı yayınlandığında ,Enver’in veya  ona yaranmak isteyenlerin emri ile baskı durdurulmuş,Mustafa Kemal’in resmi çıkarılmış yerine Leman Von Sanders’in konulmuş olduğunu duyuyorduk.Genç karargah kurmaylarının “Tam asker… İşte hakiki asker …”diye aralarında konuştuklarını hatırlıyorum.”
        Mustafa Kemal , Samsun’a çıktığı vakit durum çok vahimdir.Ülkenin her tarafı işgal altındadır .Yerel bir takım gayretler sayılmazsa ,tam anlamıyla da kurtuluş azmi ve iradesi de yoktur.Mustafa Kemal, 22 Mayıs’ta Samsun’daki  İngilizlerle konuştuktan sonra İstanbul’a bir rapor gönderir.Bu raporda Samsun ve çevresi Rumları hırslarından vazgeçmedikçe yatışma olmayacağını ,Türklüğün yabancı mandasına katlanamayacağını milli hareketlere hak vermek gerektiğini bildirir.Oysa görevi başkaldıran Türkleri ezmek ve susturmaktır.Milli davayı gerçekleştirme kapsamında yapılan Amasya ,Erzurum ve Sivas kongreleri oldukça güç ve sıkıntılı şartlar altında geçerken,    Yunanlıların İzmir’e çıkışlarını İzmir ‘de ,Adalar’da  Rumların tamamı  “Zito ,Zito Venizelos” şarkılarıyla karşılamışlardır.
        İstiklal Mücadelesi , Meclis içinde de oldukça çetin ve zor şartlar altında ,ateşli tartışmaların yapıldığı bir ortamda geçmektedir. Ordunun tam anlamıyla Sakarya Savaşı öncesinde başarılı olamaması  ve Sakarya Nehrinin gerisine çekilmesi büyük tepkilere yol açmıştır.Mustafa Kemal  oldukça sıkıntılı ve günlerce uykusuz  bir şekilde çalışmaktadır.Cepheden kaçan asker sayısı da oldukça fazladır.Fakat Mustafa Kemal hiç zaman ümidini kaybetmez  ve durum heran  kontrolü altındadır. “Sakarya muharebeleri sırasında bir kibrit kıvılcımından atı ürkünce, Atatürk yere düşüp kaburgalarını kırmıştı. Başkomutan cephede, oradan oraya sedye ile dolaştırılıyordu. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak  odasına geldi. Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşadan bahisle  "Kendisini taarruza kaldıramıyoruz. Emri doğru bulmuyor. Sedye ile de olsa telefon başına kadar gidip konuşabilir misiniz ? "dedi. Sedye ile telefon başına giden Başkomutan, Kolordu komutanına hitaben ;" Taarruz olacaktır ! Sen olmazsan yerine bir çavuş gönderirim, gene taarruz ettiririz.! " dedi. Mustafa Kemal Paşanın biraz sertçe olan sesini tanıyınca Kemalettin Paşa, " Ya... Böyle mi tensip buyurdunuz, emredersiniz ! " dedi. Kolordu taarruza geçmiş ve sonuç alınmıştır.Yine Sakarya da yaşanan ve Mustafa Kemal’in liderliğini açıkça yansıtan diğer bir anektod ise şöyledir;”    İsmet Paşayı telefonla arayan Yusuf İzzet Paşa Mustafa Kemal’le görüşmek istediğini söyler .Telefonu Mustafa Kemal’e verirler.”Gizli emirlerinizi bildirmediniz.Yani geri çekilme lazım geldiği vakit  istikametimiz ne olacak.Bu duruma çok sinirlenen Mustafa Kemal “Paşa! Paşa! gizli emrim senin kemiklerinin orada gömülmesidir “der.”Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır.O satıh bütün vatandır .” talimatını işte bu konuşmadan sonra vermiştir.
        Sakarya‘dan dönüşünde ,Çankaya’da “Ben galiba en iyi şu askerlik mesleğini yapabiliyorum demişti.Bu savaşta iki şey buldum ”hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır ,o satıh bütün vatandır” Vatan sathı en son kayasına kadar düşmanla boğuşularak müdafaa edilecektir.Diğeri  “Hiçbir zafer gaye değildir.Zafer ancak kendisinden daha büyük bir  gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır.Gaye fikirdir.Zaferin bir fikri kazandırdığı kadar değeri vardır.Her meydan savaşından sonra yeni bir alem doğmalıdır.Yoksa başlı başına zafer boşuna bir çaba olur.Kendisine Napolyon’nun ben yürürüm ,programım kendiliğinden çıkar,dediği hatırlatılması üzerine  “ama o türlü giden sonunda başını Saint Helen kayalarına çarpar “cevabını vermiştir.
        Türkiye, iki meydan savaşının eseridir. Biri ,1921 Ağustos’unda  Sakarya Nehri boyunca,diğeri 1922 Ağustosunda  Afyon Cephesinde .İkisinde de Türk ordularının başkomutanı Mustafa Kemal’dir..Ordunun bir saldırı emri veremeyeceği fikri büyük çoğunluktadır ve bundan dolayı Mecliste hava oldukça gergindir. Afyon’un Çay  ilçesinde toplanılmış, Fevzi Çakmak taarruz planını açıklamıştır, fakat İsmet Paşa saldırıya karşıdır.Yakup Şevki Paşa ,milletin kaderini zar gibi atmanın tarihçe cinayet olacağını söyler. Fevzi paşa bunun üzerine sinirlenir ”mademki ordunun bana güveni yok,ben çekiliyorum,diye istifasını verir.Mustafa Kemal de genelkurmay başkanı çekildiğine göre kendisinin de görevde kalamayacağını bildirir. İsmet Paşa da ”Efendim bize fikrimizi sordunuz, söyledik. Yoksa hepimiz emrindeyiz.” der. Saldırı kararı o an verilir Atatürk Ankara da vekiller heyetini toplayarak saldırı kararına onları da katar.Atatürk’ün öngörüleri her zaman en yakın dostlarını bile  çoğu zaman şaşırtmıştır. Şöyle der: ”Taarruz haberini alınca hesap ediniz. On beşinci gün İzmir’deyiz ”Savaş kazanılmış ,Trikopis  kaçarken yakalanmıştır.Atatürk’ün huzuruna getirilir  ve ilginç bir diyalog geçer aralarında ”….ancak ellerimizdeki tüfekleri kullanabiliyorduk.Sonunda bir an geldi ki tüfeklerimizin bile işleyemediği bir darlığa düşürüldük.Süngüler parlamaya başladı.Arkamız ,önümüz her yanımız süngü!Atımı bile bulamıyordum.Yaya olarak ormanlar içine düştük.Siz  bu harbi nereden idare ettiniz?”Atatürk’ten aldığı cevap onu bir hayli şaşırtır.”İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde askerlerin yanında idim”
        Mustafa Kemal İzmir’e girince bir otele uğrar.Ne sırması ,ne de önünde arkasında koşuşan generalleri vardır. Dolu salona girmek isteyince garson yer olmadığını söyler.Müşterilerden biri tanıyıpta , “Mustafa Kemal’” diye bağırınca  kalabalık birbirine girer.Mustafa Kemal kimseye rahatsız olmamasını söyler ve yanındakilerle bir masaya oturur.Garsona bir kadeh içki ısmarlar ve sorar “Kral Kostantin hiç bu otele gelip  bir kadeh rakı istedi mi?Aldığı olumsuz cevap karşısında “Öyle ise neden İzmir’i almak istemiş “der.İzmir’e gelişinin ilk saatlerini o masada geçirir.
        Falih Rıfkı, İstiklal savaşından sonraki Atatürk inkılapları dönemini  bütün gizli kalmış yönleriyle anlatır.Mecliste hiç kimse Cumhuriyet kelimesinin ağza alınmasını bile istemez. Mustafa Kemal ,İsmet Paşa ve arkadaşları sık,sık bu gayri tabiliğin çabuk nihayet bulması gerektiğini ileri sürmüştür.Bir gün de Mustafa Kemal  Avusturyalı bir gazeteci ile görüştüğü sırada “cumhuriyet “kelimesini ağzından  kaçırması üzerine  Meclisin ve İstanbul gazetelerinin yüreği oynamıştır.Bütün bu muhalefete rağmen, Atatürk’ün dehası bu sorunun da üstesinden  gelmiştir
        İnkılap Devri cumhuriyet ilanını başlangıç olarak alırsak ,29 Ekim 1923’ten  3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.Ondan sonra bütün iş ,yeni düzeni tüm toplumca sindirilmesindedir.3 Mart devrimin başlangıcı idi.1924 Nisanında şeriye mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin edilmiştir.1925 Ağustosunda şapka giyilecek aynı yılın Kasım ayında  tekkeler kapatılacaktır.Medeni Kanun ,yeni cemiyetin temellerini atmış ve 1928’de anayasa tadilleri ile  devlet tamamıyla laikleşerek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamamlanmıştır.
        Atatürk’e göre din meselesi halledilmelidir.Atatürk devri laiktir.Laisizm din ve devlet işlerinin birbirinden ayırmak demektir. Falih Rıfkı bu konuda ”daha ilk günden laiklik “dinsizlik” olarak  telkin edilmiştir.Fakat halk camilere rahatça gidebiliyor,dini görevlerini yapabiliyordu.Fakat kendisine kılavuzluk edecek devrimci din adamları yetiştirilmediği için eski hocalık hiçbir zaman olamadığı kadar kaba,cahil ve mutaassıp bir yobazlık halini alıyordu.”  der.
        Yazar son bölümde Atatürk’le ilgili anı ve fıkralara yer vermiştir.Atatürk her zaman kendini geliştirmeyi bilmiş,etrafındaki insanlarla daima fikir alışverişi içinde bulunmuştur.Meşhur akşam sofrası her zaman şair ,yazar,bürokrat,asker ,doktor hiç eksik olmamıştır.İlk gençliğinden sonra günlerine kadar kendisini tanıyanların hepsi için Atatürk adı sofra sohbetlerini hatıra getirir.Dostları ile akşamları sofra başında buluşmak ve geç vakitlere kadar konuşmak adeti idi.Fakat pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. ”Saatlerce pek ciddi şeyler okur ,yahut yazardık. Beyninin hiç yorulduğunu bilmem.Hastalandığı yıllara kadar da çok şaşırtıcı bir hafızası vardı. Sentezci bir dehası vardı. Birkaç saatlik dağınık ve sıçramalı sohbetten sonra derleme ve toparlama yapar,mantıklı açık ve iyice çerçeveli bir tefekkür eseri verirdi. Ateşli ve gururlu bir milliyetçilik ,eğilip bükülmez bir irade ve kendine güven duygusu şahsiyetine hakimdi.
        Atatürk giyime ,ev  ve eşya  düzen ve temizliğine pek meraklı idi.Askerler arasında  sivil kıyafete ilk alışanların başında gelmiştir.Evi de hiçbir zaman “bekar” kokmamıştır.
        Atatürk’ün çalışma gücü insan takatinin çok üzerindedir. Yüzlerce ,binlerce vesikayı eski köşkün üst katındaki küçük çalışma odasında kendisi ayırmıştır. Nutku çoğunlukla kendisi dikte etmiştir. Uzun saatler süren diktelerden sonra yazanlar sekiz on saatlik bir uykuya gittikleri vakit Atatürk bir banyo yapar,giyinir ve akşam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi.Atatürk çok defa kısa bir uykudan sonra çalışmalarına devam eder. Bu haftalarca böyle devam eder.
        Falih Rıfkı, kitabının son bölümünü onu belki de en iyi tanıyanlardan biri olmasına karşı onu anlayabilmenin o bile zorluğu üzerinde durur ve bu durumu şöyle ifade eder. “Gazi, aradıkça yeni bir sır verir.Yaklaşılan bir dağ gibi büyür.Asıl onu elimizle tuttuğumuz zamandır ki artık tamamını hiç göremeyiz.”


        1894’te İstanbul’da doğan Atay, Darülfünun Edebiyat Fakültesi’ni bitirir. 1911’de Tecelli ve Servet-i Fünun dergilerinde ilk şiir ve denemelerini yayımladı, gazeteciliğe 1913 yılında Tanin’de başlar. Yedek subay olarak katıldığı I. Dünya Savaşı’nda Cemal Paşa’nın özel katipliğini yapar. Akşam gazetesinde Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazması nedeniyle Divan-ı Harp’te yargılanır, fakat II. İnönü Savaşı’nın kazanılması üzerine idamdan kurtularak Anadolu’ya geçer. 1923’ten itibaren Bolu ve Ankara milletvekilliği yapar. İzmir’in kurtuluşundan sonra tanıştığı Mustafa Kemal’in dostluğunu kazanır ve bu döneme ilişkin anılarını Atatürk’ün Bana Anlattıkları (1955), Çankaya (1961) ve Atatürk Ne İdi? (1968) adlı kitaplarda toplar. Çankaya, Falih Rıfkı Atay’ın ,Mustafa Kemal’in uzun yıllar yanında bulunan bir dostu ve bir arkadaşı olarak yazdığı anı ve hatıralarıdır. Fakat bu hatıralar Atatürk’ün salt biyografisi değil kurtuluş mücadelesinin  nasıl gerçekleştirildiğine ışık tutan, farklı bir bakış açısıyla ve Falih Rıfkı Atay’ın kendine has  üslubuyla anlatıldığı bir  eser hüviyetine sahiptir. Mustafa Kemal’in  özel yaşantısında sadece yakınında bulunanların bilebileceği birçok anı ve anekdotlar gün yüzüne çıkartılmaktadır ki ; bütün bunlar onu daha iyi anlamamızı ve idrak etmemizi kolaylaştırmaktadır. Falih Rıfkı’nın kendi ifadesiyle “Atatürk’ü ve onun devrini ben nasıl anladımsa öyle anlatmak istiyorum. Basit bir metodum var ,fıkra ve hatıralar içinde sindire sindire anlatmak!  Gerçi bu bir dağıtmadır.Toplamayı okuyanlara bırakıyorum.’
        Falih Rıfkı , cumhuriyeti,değerlerini ve Atatürk’ü çok iyi hazmetmiş bir yazardır. Uzun yıllar yaşadığı zaman dilimi itibariyle askerlik mesleği içinde bizzat bulunmuş olması, politik kişiliği, olayları,mekanları ve aktörlerini çok gerçekçi ve ayakları yere basan  bir şekilde anlatmasına fırsat vermiştir. Ayrıca Atatürk’ün  şahsi yaşantısına ışık tutması,onu daha iyi anlamamızı ve verdiği mücadelede onu harekete geçiren motiflerin neler olduğuna dair ipuçları vermesi açısından oldukça faydalı olmuştur.
        Diğer önemli altı çizilen hususlardan bir tanesi de  sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik hayata dair  fikir vermesidir.Ayrı ayrı tarih kitaplarını okuyarak ulaşamayacağımız bilgilere direkt olarak ulaşma fırsatı vermiştir. Osmanlı’nın son döneminde  halkın hayatı,yaşayış tarzı ve devlet müesseselerinin kokuşmuşluğunu çok net bir şekilde okuyucularına birebir yaşatır derecesinde aksettirmiştir.Örneğin İstiklal Savaşı esnasında  Atatürk’ün yaşadığı sıkıntıları ,üzüntüleri  ve bütün bunlara karşı verdiği insan üstü sabrı ,azmi ve tükenmek bilmeyen, karamsarlığa düşmeyen, ümidini kaybetmeyen o tavrını adete okuyucuya yaşatmaktadır.
    Ulu Önder Atatürk'ün hayatını, yaptıklarını ve başarılarını bir yazının veya bir kitapçığın satırları arasına sığdırmak mümkün değildir. Olsa olsa, O’nu yakından tanıyabilmek için, yaşantısından bazı kesitler alarak O’nu ve kişiliğini küçük bazı pencereler açarak izlemek yolunu seçebiliriz. Bu bağlamda, Atatürk'ün kişiliğini yakalayabilmek için, anektodlar çok işimize yarayacaktır.. Ancak, Atatürk'ü bir tüm olarak ele alıp, O’nu bütün heybeti ve haşmeti ile daima göz önünde bulundurmadıkça, bütününü bırakın ayrıntıları bile zor yakalayabiliriz. Herkes gibi Atatürk'ün insanlığı iştahlardan, hırslardan, heyecanlardan, gurur ve öfkelerden, zaaf ve kuvvetlerden, iç varlığın düzlerinden, iniş ve çıkışlarından yoğrulmuştur. Eseri bu insanlığın derinliklerinden gelme, kaynaklarından doğmadır. Atatürk'ü ayıklayarak değil, bir tabiat parçası gibi, toplu ve tam ele almalıyız.

Cemile, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Cemile. Danyar ve Cemile’nin gönlü bilinmezlik ikliminde bir tesadüftür birleşir. Gizliden gizliye severler birbirlerini. Önceleri kendilerine dahi itiraftan korkarlar. Lakin aşkın sis perdesi her ikisini de sarmıştır bir kere. Cemile adlı bu roman:Cepheden yeni dönen Danyar ile kocası cephede olan Cemile’nin yasak aşkını anlatmaktadır.
Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir yerlerde, Kurak'da, Orel'de, babalarımız, ağabeylerimiz düşmanla savaşırken bizler, on beş yaşındaki çocuklar, kolhozda çalışıyorduk. Cılız, gencecik omuzlarımız, koca adamların işini yüklenmişti. En gücü de hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi, gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin taşımakla geçirirdik.    
Sokağın taa sonunda, ırmağın yanındaki tepecikte iki ev vardır; sağlam bir duvarla çevrilidir ikisi de, duvarın ötesinde uzun kavaklar yükselir. Bizim evlerimizdir bunlar. Ailelerimiz uzun yıllar yan yana yaşamıştır. Ben, Büyük Ev'dendim. Kolhoza katıldığımızdan kısa bir süre sonra Küçük Ev'in erkeği ölmüş; dul karısıyla iki küçük oğlanı bırakmış geriye. O sıralar köyde hala geçerli olan eski oba geleneğine göre, oğul sahibi dul kadınlar topluluktan ayrılmazlarmış; babamın kadınla evlenmesi kararlaştırılmış. Ölen adamın en yakın akrabası olduğu için, atalarına saygı duyan babam bu görevi yerine getirmiş. İkinci ailemiz böyle kurulmuş işte. Küçük Ev'in kendi toprağı, kendi hayvanları vardı; ama gerçekte bir arada yaşıyorduk. Küçük Ev de iki oğlunu savaşa yollamıştı.    Çocukların büyüğü Sadık, evlendikten kısa bir süre sonra gitmişti.Böylece iki kişi kalmıştı Küçük Ev'de: kiciapa, yani Küçük Ana dediğim kadın, bir de gelini, Sadık'ın karısı. Kader, hamarat bir gelin vermişti ona. Cemile, tam ona yakışır bir kızdı; yılmak nedir bilmezdi, canlıydı, dipdiriydi. Cemile'yi severdim. O da beni severdi. Yakın arkadaştık, ama birbirimizi ilk adlarımızla çağıramıyorduk. Ayrı ailelerden gelseydik, hiç çekinmez, Cemile derdim ona. Ama ağabeyimin karısı olduğu için ben ona yenge, o da bana kiçine bala, yani küçük çocuk demek zorundaydık. Söylendiğine göre, bahar yarışlarında Cemile'yi geçememiş Sadık. Bu yüzden de onu kaçırmış. Ama başka söylentiler de vardı: Cemile'yle Sadık birbirlerine sevdalanmışlar. Evlilikleri dört ay sürmüştü sadece. Sonra savaş çıkmış, Sadık'ı askere çağırmışlardı.
Niye, bilmiyorum belki de babasının tek çocuğu, hem oğlu hem kızı olduğu, küçük yaştan atlarla uğraşmaya alıştığı için erkeksi bir hava vardı Cemile'de; bir erkek sertliği, bir erkek kabalığı vardı; erkek gibi de kıyasıya çalışırdı. Öteki kadınlarla iyi geçinirdi ama biri haksız yere kendine yüklenirse altta kalmazdı; bazı bazı kadınlardan birini saçlarından tutup sürüdüğü bile olurdu. Babamla küçük anam, Cemile'ye hiç de kaynana, kaynata gibi sert davranmıyorlardı. Seviyorlardı onu; tek istekleri, Cemile'nin bir Allah'a bir de kocasına inanmasıydı.
Savaş sırasında köyde pek az erkek kalmıştı. Bunu fırsat bilen bazı gençler küstahça davranıyor, kadınları hor görüyorlardı. Ne diye peşlerinden koşacaksın, elini sallasan ellisi! diyorlardı sanki. Bir keresinde, ot biçerken, uzak akrabamız Osman, Cemile'ye sataşmaya kalktı. Bütün kadınların kendisine tutkun olduğunu sananlardandı Osman. Cemile onu elinin tersiyle itti; gölgesinde dinlendiği saman yığınının altından kalktı. Rahat bırak beni! dedi öfkeyle. Senin gibi aygırlardan da başka şey beklenmez ya! Osman, saman yığınının altında kalakaldı.
Ansızın Daniyar'ın iki atını tanıdım. Daniyar, o gün küme başkanının sözünü ettiği delikanlıydı. Ertesi sabahtan itibaren birlikte çalışacağımız için atlarına ilişmedim, harman yerine döndüm. Daniyar oradaydı. Arabasının tekerleklerini yağlamış, oku pekiştiriyordu. Daniyar, hendekteki atlar senin mi? diye sordum. Ağır ağır başını çevirdi. İkisi benim. Ötekiler? Onlar... neydi adı... Cemile'nin. Yengen mi olur? Evet. Küme başkanı getirdi onları, göz kulak olmamı söyledi. Daniyar köyün yenilerindendi.
Günün birinde, bir çocuk koşa koşa gelmiş, yaralı bir asker gördüğünü söylemişti; kim olduğunu, nereden geldiğini bilmiyormuş. Ortalığı ne büyük bir heyecan sarmıştı! Cepheden bir dönen olsa, köyde kim varsa yanına gider, elini sıkar, hısım akrabasını görüp görmediğini sorar, son haberleri öğrenmek isterdi. Bu keresinde öyle bir şamata koptu ki, anlatılacak gibi değil! Herkes, kardeşim mi acaba, yoksa eşkiyanın biri mi? diye merak ediyordu. Orağını atan köye koştu. Daniyar bizim köydenmiş meğer. Çocukken yetim kalmış, tam üç yıl ev ev dolaşıp bakıldıktan sonra Çakmak bozkırındaki Kazakların yanına gitmiş; ana tarafından akrabaları varmış Kazaklar arasında. Köyde de kimi kimsesi olmadığı için unutulmuş. Köyden ayrıldıktan sonra ne yaptığını soranlara kaçamaklı cevaplar verirdi. Zor günler geçirmişti anlaşılan, yetimliğin acı tasından içmişti. Hayat, onu önüne katmış, bir taş gibi oradan oraya yuvarlamıştı. Uzun süre Çakmak bataklıklarında koyun gütmüş, biraz büyüyünce çölde hendek kazmış, devletin kurduğu yeni pamuk çiftliklerinde, Taşkent'teki Angren madenlerinde çalışmış, sonra da askere gitmişti. Köylüler, Daniyar'ın doğduğu yere dönüşünü sevinçle karşılamışlardı. Ne yalan söylemeli, pek hoşlanmamıştık Daniyar'dan. Bir kere, bizimle senli benli olmuyordu. Pek az konuşuyordu, konuştuğu zaman da bambaşka şeyler düşünüyor gibiydi. O düşünceli gözleriyle adamın yüzüne bakarken bile karşısındakini görüp görmediği anlaşılmıyordu. Gariptir, içine kapanık, uysal biri olmasına rağmen, Daniyar'la senli benli olmaya kalkışmamıştık; akranımız olmadığı için değil birkaç yaşın lafı mı olurdu? bize sert davrandığı için de değil. Hayır, onun suskunluğunda bir yaklaşılmazlık vardı.
Ertesi sabah erkenden Daniyar'la ben atları harman yerine getirdik. Biraz sonra da Cemile geldi. Bizi uzaktan görür görmez bağırdı: Hey, kiçine bala, atlarımı buraya getir! Koşumlar nerede? Sanki anadan doğma sürücüymüş gibi arabayı incelemeye koyuldu, tekerleklerin iyice oturup oturmadıklarını anlamak için de birkaç tekme salladı. Yanına giderken halimize baktı baktı da keyiflendi. Daniyar'ın geniş çizmeleri, uzun, incecik bacaklarından fırlayacakmış gibi duruyordu; ben de nasırlaşmış topuklarımla atın sağrılarına vuruyordum boyuna. Cemile, başını neşeyle arkaya atarak, Ne güzel bir çift olmuşsunuz ya! dedi. Sonra buyruklar yağdırmaya başladı: Hadi, çabuk olun! Sıcak basmadan bozkırı geçmeliyiz! Dizginlere yapışıp arabaya götürdü atları, bağlamaya başladı. Bağladı da. Yalnız bir kerecik dizginleri nasıl geçireceğini sordu, o kadar. Sanki orada değilmiş gibi, Daniyar'ın yüzüne bile bakmıyordu. Cemile'nin kendine güveni, ikimize de meydan okur gibi davranışı Daniyar'ı şaşırtmışa benziyordu. Dudaklarını birbirine sımsıkı yapıştırmış, düşmancasına, ama gizli bir hayranlıkla Cemile'yi seyrediyordu. El ele verip de her çuvalı kaldırışlarında başları birbirine dokunacak gibi oluyordu; delikanlı son derece tedirgindi, dudaklarını ısırıyor, Cemile'nin yüzüne bakmaktan kaçınıyordu.
Bir gün harman yerinde, Daniyar'a bir oyun oynamayı kararlaştırdık. O çuvalı onun arabasına koyduk, üstüne de başka çuvallar yerleştirdik. İstasyon yolunda da Cemile'yle bir Rus köyünde durup elma topladık. Yol boyunca Cemile elma fırlattı Daniyar'a, yol boyunca güldük. İstasyona hep birlikte vardık. Daha biz ne olduğunu anlamadan çuvalı sürüye sürüye arabanın kenarına kadar getirdi, aşağı atladı, tek eliyle dengelemeye çalışarak sırtına aldı. Başladı yürümeye. Önceleri durumu kavrayamadık. Başkalarının da dikkatini çekmedi bu: sırtında çuvalla bir adam yürüyordu işte herkesin sırtında çuval vardı. Daniyar kalasa yaklaşınca, Cemile koşarak yanına vardı onun. Bırak çuvalı, şaka ediyordum! Çekil başımdan! diye mırıldandı Daniyar, kalasa çıktı. Cemile, kendisinin suçsuz olduğunu göstermek istercesine, Şuna bakın, ne yapıyor! diye bağırdı. Daniyar'ın adamakıllı topalladığını fark ettik. Daniyar, o korkunç yükün altında iki büklüm, başını önüne eğmiş, dişlerini dudaklarına geçirmiş, yaralı ayağını dikkatle atarak ağır ağır yürüyordu. Her adımı korkunç bir acı veriyordu ona, öyle anlaşılıyordu; durup durup başını arkaya atıyordu. Kalası çıktıkça sallanması artıyordu. İyice sendeliyordu artık. Ağzımın içi, korkudan ve utançtan kupkuru kesilmişti. Donakalmıştım, bütün kaslarımda çuvalın ağırlığını, yaralı bacağın dayanılmaz acısını duyuyordum. Cemile'yi birdenbire tanıyamadım. Çarşaf gibi bembeyaz olmuştu yüzü, sanki gözbebekleri büyümüştü, dudakları az önceki gülüşünden hala seğiriyordu. Daniyar, uykuda yürüyormuş gibi sallanarak kalası tırmanıyor, kızgın demir çatının altına doğru ilerliyordu. Dengesini koruyabilmek için iki adımda bir duruyor, güç topladıktan sonra çıkmaya devam ediyordu. Ambar memuru kendini tutamayıp, Deli misin sen? diye bağırdı. Bizde insanlık yok mu sanıyorsun? Söyleseydin, çuvalı aşağıda boşalttırmaz mıydım? Ne diye yukarıya çıkardın? Daniyar, sessizce, Sana ne? diye cevap verdi. Yere tükürüp arabaya gitti. Gözlerimizi önümüze eğmiştik, utanıyorduk; Daniyar, budalaca şakamızı ciddiye aldığı için kızıyorduk da. Bütün gece hiç konuşmadan araba sürdük. Daniyar zaten hiç konuşmazdı; onun için, hala öfkeli miydi, yoksa her şeyi unutmuş muydu, bilemiyorduk. Ama Cemile de, ben de üzüntülüydük, pişmandık.
Ertesi sabah Daniyar yine her zamanki gibi durgun ve sessizdi, duygularını açığa vurmuyordu; ama daha çok topallıyordu o gün, çuval taşırken daha çok aksıyordu. Eski yarası açılmıştı herhalde, onun yürüyüşüne baktıkça suçumuzu hatırlıyorduk. Ah, bir gülseydi, bütün tasalarımız uçup gidecekti. Cemile de hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gururlu bir kızdı, yine gülüyordu gülmesine, ama tedirgindi. İstasyondan dönerken hava kararmıştı. Daniyar önde gidiyordu. Gece, inanılmaz güzellikteydi. Cemile önümde gidiyordu. Dizginleri bırakmış, çevresine bakarak türkü söylemekteydi. Usul usul söylüyordu türküsünü. Sessizliğimiz ağırına gitmişti. Böyle bir gecede susmak olmazdı türküler söylenecek bir geceydi bu. Ansızın sustu, Daniyar'a seslendi: Hey, Daniyar, sen de bir türkü söylesene! Yiğit değil misin? Daniyar, atlarını durdurarak, Sen söyle, Cemile, diye karşılık verdi. Daniyar atlarını kamçılayıp ansızın bir türküye başladı. Sesi, yolun her tümseğinde çınlıyordu sanki: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Atalarımın yurdu dağlarım benim... Sonra durdu, öksürdü, hafifçe kısılmış sesiyle derinden derinden söylemeye devam etti: Oy dağlar, mavi dağlar, dumanlı dağlar, Beşiğim benim... Sanki bir şeyden korkuyormuş gibi, yine sustu. Ne kadar utandığının farkındaydım.     Anlayamadığım çok şey vardı ilişkilerinde; doğrusu, bu konu üzerinde düşünmeye korkuyordum. Cemile, Daniyar'dan kaçıyordu, üzüntülüydü; onun üzüntüsü tedirgin ediyordu beni. Keşke eskisi gibi kahkahalar atsaydı, Daniyar'a takılsaydı... Ama geceleri köye dönerken Daniyar türküsüne başlamaya görsün, içim ikisi adına garip bir mutlulukla dolardı. Her seferinde büyülenmiş gibi olurdu Cemile, elini usulca Daniyar'a uzatırdı, ama Daniyar görmezdi onu, elleri ensesinde, uzaklara bakardı hep; Cemile, çaresizlik içinde, arabanın kenarına tutunurdu. İrkilirdi ansızın, olduğu yerde kalakalırdı. Yolun ortasında, yıkık, düşünceli, Daniyar'ı bir süre gözleriyle izlerdi; yine yürümeye başlardı sonra. Zaman zaman Cemile de, ben de, aynı erişilmez duygular içindeymişiz gibi gelirdi bana. Bir şey acı veriyordu ona; içinde bir şey büyüyor, olgunlaşıyor, fışkırmak, çıkmak istiyordu. Cemile korkuyordu bundan. Daniyar'a sevdalanmıştı; bunu hem kabullenmek istiyordu, hem de çekiniyordu kabullenmekten. Ben de öyleydim, Daniyar'ı sevmesini hem istiyordum, hem istemiyordum. Ne de olsa gelinimizdi Cemile, yengemdi. Bütün bozkır çiçek açmış gibiydi, kıpırdandı, karanlığı attı üstünden, uzayıp giden enginliğinde iki sevdalı gördüm. Onlar görmediler beni, ben yoktum. Yanlarında yürüyordum oysa; ikisi de dünyada ne varsa unutmuşlardı, sadece türküye vermişlerdi kendilerini. Onları tanıyamadım. Daniyar eski Daniyar'dı, sırtında paçavraya dönmüş o asker gömleği vardı yine, ama gözleri karanlıkta pırıl pırıldı, yanıyordu sanki. Ona ürkekçe, utanarak sokulan kız, kirpiklerinde yaşlar ışıldayan kız, Cemile'ydi, benim Cemile'mdi. Yeni doğmuşlardı, biraz önce görülmemiş bir mutluluk içindeydiler. Sahi, mutluluk değil miydi bu? O türküleri yaratan yurt sevgisini artık Cemile'ye adıyordu Daniyar. Evet, Cemile'nin türküsüydü bu, Cemile'nin türküsüydü.
Yükleri boşaltmış, dönmeye hazırlanıyorduk ki, ambarın avlusuna bir asker girdi; yaralı, zayıf bir askerdi bu, sırtında buruş buruş bir kaput vardı, omuzuna bir çanta asmıştı. Birkaç dakika önce bir tren gelmişti istasyona. Asker, çevresine bakarak bağırdı. Kurkuru köyünden kimse var mı burada? Onun kim olduğunu çıkarmaya çalışarak; Ben varım, diye cevap verdim. Asker, bana doğru ilerleyerek; Kimin oğlusun sen? diye sordu. Sonra Cemile'yi gördü ansızın, şaşırdı, yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Cemile bir çığlık attı: Kerim! Sen misin? Asker, Cemile'nin ellerine sımsıkı yapışarak, Cemile, kardeşim! diye bağırdı. Cemile'nin köyündendi o da. Heyecanla, İşe bak sen! dedi. İyi ki buraya gelmeyi akıl etmişim! Sadık'ın yanından geliyorum, hastanede beraberdik, Allahın izniyle bir iki aya kalmaz, o da çıkar. Ayrılırken, karına bir mektup yaz da götüreyim, dedim. İşte mektup, imzalı mühürlü. Üçgen bir zarf uzattı Cemile'ye. Cemile mektubu kaptı, önce kıpkırmızı, sonra bembeyaz kesildi, göz ucuyla Daniyar'a baktı. Arabasının yanındaydı Daniyar. Geçen gün harman yerinde olduğu gibi, tek başınaydı. Cemile'ye bakışında korkunç bir umutsuzluk vardı.
Tam uyuyacaktım ki, yaklaşan bir arabanın sesini duydum. Herhalde Cemile'ydi. Ne kadar uyumuşum, bilmiyorum; kulağımın dibinde saman hışırtıları duydum. Biri geçti yanımdan, omuzuma ıslak bir kanat değdi sanki. Gözlerimi açtım. Cemile'ydi. Irmaktan geliyordu, entarisi ıslaktı. Durdu, çevresine baktı, tedirgindi. Daniyar'ın yanına oturdu sonra. Daniyar, geldim, ben geldim, dedi usulca. Çıt çıkmıyordu. Uzaklarda bir şimşek kaydı toprağa. Sessizce. Kızgın mısın? Çok mu kızgınsın? Evet, çıt yoktu. Bir avuç toprağın sulara usulca gömülüşünü duydum. Benim suçum mu bu? Senin suçun da değil. Uzaklarda, dağların üstünde gök gürledi. Bir şimşek çaktı yine. Cemile'yi gördüm. Daniyar'a sarılmıştı. Omuzları sarsılıyordu, kabarıp kabarıp iniyordu sanki. Samanların arasına, onun yanına uzandı sonra. Bozkırdan sıcak bir rüzgar koptu geldi: Samanları savurdu, harman yerinin sonundaki eski çadıra çarptı, yolda bir topaç gibi dönmeye başladı. Gök gürlüyor, mavi şimşekler bulutları parçalıyordu. Hem güzel, hem korkutucu bir şeydi bu fırtına geliyordu, yazın son fırtınası.
Cemile, Seni ona değişir miyim sandın? diye fısıldadı tutkuyla. Değişir miyim hiç, değişir miyim? Beni hiç sevmedi. Selamlarını bile mektuplarının sonunda, tek cümleyle yolladı. Ne onu istiyorum artık, ne de geciken sevgisini. Kim ne derse desin! Yalnız sevgilim benim, seni hiç bırakmayacağım! Yıllardır seviyordum seni! Tanımadan bile seviyordum. Sonunda geldin işte, bildin yolunu gözlediğimi geldin! Yarın ötesine, ırmağa, kesik çizgilerle mavi şimşekler iniyordu şimdi.
Güzel bir gün ırmağa gittim, kumluktaki bir üvez kümesi dikkatimi çekmişti. Geçidin az ötesine, söğütler arasına oturdum. Akşam oluyordu. İki kişi gördüm ansızın. Karşı kıyıya geçmişlerdi. Daniyar'la Cemile'ydi bunlar. Tedirgin, ama kararlı yüzlerinden gözlerimi ayıramadım.. Ne yapacağımı bilemeden bir süre onlara baktım. Seslenseydim? Ama sesim çıkmıyordu. Günün son kızıl ışıkları, sıradağlar üstündeki bulutlarda kayboldu, hava hızla kararıyordu artık. Daniyar'la Cemile arkalarına bakmadan demiryolu kavşağına gidiyorlardı. Başları çalılar arasından göründü birkaç kere sonra kayboldular. Sesimin olanca gücünle, Cemileeee! diye bağırdım. Kendi yankımı duydum uzaklardan: Eee! Cemileeee! diye bağırdım yine, peşlerinden gitmek için ırmağa koştum. Ayağım takıldı, kapaklandım. Cemile! Cemile! diye hıçkırdım. O iki insana, en yakınım, en sevdiğim insanlara güle güle diyordum. Orada, yerde yatarken ansızın anladım: seviyordum Cemile'yi. Evet, Cemile ilk aşkımdı benim, çocukluğumun aşkıydı. Islak kollarımın arasına gömdüm başımı, kalkmadım. Sadece Cemile'yle Daniyar'a değil, çocukluğuma da güle güle diyordum. Hayır, Cemile onun yanında mutsuz olmayacaktı.
Anam için üzülüyordum. Cemile'yle birlikte eski gücü de çekip gitmişti sanki. Perişandı. Şimdi anlıyorum, kaderin oyununu kabullenemiyordu bir türlü. Fırtına, koca bir ağacı devirirse, o ağaç bir daha kök salamaz. Bu olaydan önce, kimseye gidip de; Şu ipliği iğneye geçiriver, demeyecek kadar gururluydu.
Okumak istiyorum. Söyle babama. Ressam olmak istiyorum! dedim. Anam beni azarlar, ağlar, savaşta ölen ağabeylerimi hatırlatır diye düşünüyordum. Ama ağlamadı anam. Usulca, yumuşacık bir sesle, kederle konuştu: Gitmek istiyorsan git. Yavrularım büyüdüler artık; hepsi yuvadan uçuyorlar. Bakalım ne kadar yüceleceksiniz? Belki de haklısın. Git. Oralarda fikrini değiştirirsin. Resim yapmak, boya boyamak para getirmez. Bir dene bakalım. Bizi de unutayım deme. O günden sonra, Küçük Ev bizden ayrıldı. Ben de okula gittim. Ressam olmaya. Öyküm bu kadar.
Güzel sanatlar okulunu bitirdikten sonra, Akademi'ye yazdırdılar beni. Diploma çalışmam, yıllardır hayalini kurduğum bir resimdi. Daniyar'la Cemile'nin resmiydi bu.     Sonraki bölümde köyünün okul açılışına gelen üniversitede öğretim üyesi bulunan Altınay Süleymanova ile ona küçüklüğünde öğretmenlik yapan Duyşen isimli birinin ilişkileri  Altınay Süleymanova’nın ağzından anlatılıyor.

17 Mart 2013 Pazar

Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov

Cengiz Aytmatov, Beyaz Gemi: Masumiyeti  ve suçsuzluğu temsil eden bir çocuğun  ve dolayısıyla dedesinin; devleti ve yönetici kesimi sembolize eden bir insan olan  “Orozkul” tarafından zulme uğramasıdır.
        O yıl yedi  yaşını doldurmuş, sekizine basmıştır.Ona önce bir çanta aldılar. Bu çantayı ona dedesi bir gezgin satıcıdan almıştır. Bu satıcılar San-Taş denilen bölgede oturmuşlardır.  San-Taş'ta sadece üç aile oturur. Üç ailenin tek oğlan çocuğu olduğu için satıcının geldiğini ilk gören her zaman o olmuştur.
        Sıcak bir yaz günüydü. Çocuk, kendisine ait bir gölcükte yüzmektedir. Bu defa, maşin-mağazanın bir toz bulutu kaldırarak geldiğini işte o zaman görür. Bu gölcüğü, ona çayın sığ bir yerini taşlarla çevirerek dedesi yapmıştır. Ninesi onun bir yabancı, bir hiç olduğunu söylemektedir. Bir yabancıyı ne kadar yedirip içirsen, ne kadar baksan, yine yabancı kalırdı.. Bir yabancı! Belki de asıl yabancı ninesidir.
        O gün çocuk, maşin-mağazanın, gerisinde toz bulutu bırakarak yamaçtan inmekte olduğunu görmüştür. Sanki kendisine bir çanta alınacağını bilmiş gibi büyük bir sevince kapılır. Hemen sudan çıkarak, pantalonunu alelacele sıska bacaklarına geçirdi. Vücudu ıpıslak ve mosmordu. Maşin-mağazanın geldiğini herkesten önce haber vermek için evlerine doğru koşmaya başladı.
        Olanca hızıyla koşuyor, çalıların üzerinden atlıyor, atlayamayacağı kadar büyük olan kayaların yanından dolanıyordu. Ihlamış Deve'nin yanından geçerken Maşin-mağaza geliyor seninle sonra konuşuruz dedi. Normal zamanlarda onun yanından hörgücünü sıvazlamadan geçmezdi.
        Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu. Zaman zaman bütün bunları ona unutturan tek şey, gezgin satıcı, onun maşin-arabası idi. Onu görür görmez olanca hızıyla koşmaya başlardı. Söylemeye gerek yok, otlardan ve kayalardan başka bir şeydi bu maşin-mağaza. Neler neler yoktu içinde!
        Çocuk eve geldiğinde, araba da evlerin arkasındaki avluya girmek üzere idi. Evlerin yüzü çaya bakıyordu. Bu taraf hafif bir eğimle suya kadar inerdi. Suyun öbür tarafında ise, birden dikleşiyor ve dağlara doğru yükselen ormanda buradan başlıyordu. Bu yüzden giriş yolu evlerin arka tarafındaydı. Çocuk vaktinde yetişip haber vermese, satıcının geldiğini kimse bilemezdi.
        O saatte evlerde tek erkek yoktu, sabah erkenden çıkıp gitmişlerdi. Kadınlar ise ev işleriyle meşgul idiler. Çocuk açık duran kapılara koşup bağırmaya başladı:
        -Geldi! Geldi! Maşin-mağaza geldi!
        Kadınlar telaşlandılar. Önce, herbiri paralarını gizledikleri yere gitti, sonra da dışarı fırlayıp birbirleriyle yarışırcasına arabaya doğru koştular. İşe bakın siz! Nine bile övdü çocuğu:
        -Bakın, görün işte, bizim oğlanın gözünden hiçbir şey kaçmaz !
        Başka işleri vardı şimdi onların. Ne de çok mal vardı arabada! Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Ama topu topu üç kadın vardı: Çocuğun ninesi,  üç evin en önde gelen kişisi olan korucubaşı Orozkul'un karısı olan Bekey hala, bir de kucağında kızcağızı ile gelen Gülcemal. Gülcemal, basit bir işçi olan Seydahmet'in karısı idi. Hepsi bu kadardı işte. Ama mallara bir anda öyle, saldırdılar, karıştırıp öyle alt-üst ettiler ki, satıcı onları uyarmak, her şeyi karıştırmamalarını ve hep birden konuşmamalarını söylemek zorunda kaldı.
        Ama satıcıyı dinleyen kim! Kadınlar bütün malları savurmaya, havadan kapmaya, sonra bir bir seçmeye, daha sonra da seçtiklerini geri vermeye başladılar. Çocuk biraz uzakta durup bekliyordu. Satıcının suratı asıldı. Bir şey alacağa benzemiyordu bu kadınlar. Dağ taş demeden uzak yollardan niçin gelmişti buralara kadar? Gerçekten de öyle oldu. Kadınlar arabanın başından çekildiler. Heyecanları geçmiş, hatta biraz da yorulmuşlardı. Birbirlerine karşı ya da satıcıya karşı kendilerini haklı çıkarmaya çalışan sözler ettiler. Genç gelin Gülcemal kendini kurtaracak mazereti buldu. Satıcıya, kocası Seydahmet'in yakında şehre gideceğini orada paraya ihtiyacı olacağını, onu için de kesenin ağzını açmayacağını söyledi.   
        Kadınlar arabanın önünde biraz daha oyalanıp, satıcının deyimi ile üç kuruşluk mal aldılar. Tabii buna alış-veriş denirse! Sonra hepsi evlerine döndü. Onlar arkalarını döner dönmez satıcı yere tükürmüş, dağıtılan malları toplayıp bir an önce buradan uzaklaşmaya hazırlanıyordu: İşte o sırada çocuğu farketti:
        -Ne o yaba kulak? Bir şey mi almak istiyorsun? Alacaksan acele et, kapatıyorum. Paran var mı?
        -Hayır amca, param yok.   
        Bir süre sustular. Sonra satıcı yine sordu:
        -Hangi ailedensin sen? İhtiyar Mümin'in mi?
         Çocuk evet anlamında başını salladı:
        -Onun torunu musun?
        -Evet, diye yine başını salladı.
        -Annen nerede?
        Çocuk bu defa hiçbir şey demedi, Bu konuda konuşmak istemiyordu.
        -Annen nerede olduğunu bildirmedi mi? Tanıyor musun onu?
        -Bilmiyorum.
        -Babanı da mı bilmiyorun? Babandan da haber yok mu?
        Çocuk yine bir şey söylemedi. Satıcı işi şakaya getirerek sormaya devam etti:
        -Sen de hiç bir şey bilmiyorsun be arkadaş. Öyle olsun, canın da sağ olsun. Al bakalım şunu. (Avucuna şeker doldurarak çocuğa uzattı).
        Çocuk utanmıştı, almak istemiyordu.
        -Al, al hadi. Bekletme beni, gideceğim.
        Çocuk şekerleri alıp cebine koydu.

        Satıcıyı uğurlamak için bir süre peşinden koşmayı düşünüyordu. O arada tembel, kıllı köpeği Baltek'i çağırmıştı yanına. Orozkul hep öldürmek isterdi o köpeği. Ne gereği vardı bu işe yaramaz köpeği beslemenin? Dedesi ise yalvaryakar, şimdilik ona dokunmamasını isterdi: Bir çoban köpeği bulur bulmaz Baltek'i bir yere götürüp bırakırız derdi.
        Çocuk, satıcıya göstermeden Baltek'e bir şeker attı.Bak, çok koşacağız ha! dedi. Baltek hafif bir ses çıkararak kuyruğunu salladı. Yine şeker istiyordu. Ama çocuk bir tane daha vermeye cesaret edemedi. Satıcı gücenebilirdi. Maşin-mağaza gitmeden gelmesi ne kadar iyi bir raslantıydı! Yoksa o güzel çanta alınmayacaktı. Doğrusu o gün çok şanslı bir gündü çocuk için.
        Köydeki aksakalların Kıvrak Mümin diye adlandırdıkları ihtiyarı çevrede herkes tanırdı ve onun da tanımadığı yoktu. Bu lakabı ona, uzak yakın herkesle çok iyi geçindiği, herkese güleryüz gösterip yardıma koştuğu için takmışlardı.
        Kısacası, uzaktan torunu ile birlikte yas şölenine gelen bu ihtiyar adam, çay taşır, ayak işlerini yapardı. Onun yerine kim olsa çatlardı kahrından. Ama o hiç aldırmıyordu bunlara. Kıvrak Mümin'in davetlilere hizmet etmesine kimse şaşmazdı. Hayatı boyunca taşıyacağı Kıvrak lakabını onun için vermişlerdi ona. İyi yürekli bir insandı ve böyle olduğunu, ama değerinin bilinmediğini yüzüne bakar bakmaz anlardınız.
        Mümin torununu maşin-mağazanın önünde görür görmez onun bir şeylere üzüldüğünü anladı. Ama satıcı gelip geçen bir konuk olduğu için önce ona hitap etti. Atından usulca inerek iki elini birden uzattı:
        -Selamünaleyküm büyük tüccar! Dedi yarı şaka yarı ciddi. Kazasız belasız getirdin mi kervanı? Alış-veriş iyi geçti mi? Gülümseyerek satıcının elini sıkıyor, sallıyordu. Görüşmeyeli çok oldu, hoş geldin!
        Satıcı Mümin'in konuşmalarına, perişan haline, sahte deriden çizmelerine, karısının diktiği keten pantalona, iyice eskimiş ceketine, yağmurdan ve güneşten rengi solmuş keçe takkesine bakarak ve hoşgörü ile gülümseyerek cevap verdi:
        -Kervan iyi, sapasağlam, ama kötü olan şu ki, tüccar ayağınıza kadar geliyor siz ise başınızı alıp ormanlara, derelere gidiyorsunuz. Karılarınıza da Azrail can verir gibi paralarını sıkı sıkı tutmalarını tembih ediyorsunuz. Ne kadar mal getirirsem getireyim, elini kesesine atan çıkmıyor.
        Mümin mahcup olmuştu. Özür diledi:
        -Boynuzlu Maral Ana adına yemin ederim ki param yok.
        Satıcı arabanın kapısını kapatmaya başladı. Tam bu sırada köpeğin kulağından tutup arabanın ardından koşmak için bekleyen çocuğa ilişti gözü. Yine konuştu:
        -Bari şu çocuğa bir çanta al. Yakında okula gidecek değil mi? Kaç yaşında şimdi?
        Mümin işte bu fikri beğendi. Nihayet bir şey alacaktı bu inatçı satıcıdan. Torununa da gerçekten bir çanta gerekecekti, bu güz okula başlayacaktı çünkü.
        -Bak işte bu doğru, nasıl da unuttum. Yedisini bitirdi, sekizine giriyor... Gel bakalım buraya.
        Torununu yanına çağıran dede, ceplerini karıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı. Herhalde çoktan beri orada idi bu para. Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi: Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutan torununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçak sesle:
        Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin. İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğun başına koymuştu. Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadar zayıfladığını anladı, elbisesinden gelen her zamanki kokuyu da almıştı. İnsanın öyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi.
        Çocuk, Bekey halasından sonra çantasını Gülcemal'e ve onun kızına göstermek için onların evine doğru koştu. Oradan da olanca hızıyla ot biçen Seydahmet'in yanına gitti. Koşup Ihlamış Deve'nin yanından geçerken hörgücünü okşayacak vakti olmamıştı. Sonra Eyer'in, Kurt'un, Tank'ın yanından ve çayın kıyısından gitti. Daha sonra çaydikenlerinin arasındaki cılgadan geçti. En sonunda, biçildiği için çıplak kalan çayırın şeridinden koşup Seydahmet'in yanına geldi.
        Seydahmet ot biçme işinde pek geride kalıyordu. Önceki gün dede bile kendini tutamamış, onu azarlamıştı bu ona dokunmuş olacak, sabahtan beri durmadan tırpan sallıyordu. Arkasında birinin koşup gelmekte olduğunu ayak seslerinden anlayan Seydahmet dönüp baktı, gömleğinin yeniyle alnındaki terleri sildi ve:
        -Ne istiyorsun? Dedi. Beni mi çağırıyorlar?
        -Hayır. Bak, bir çantam var benim. Dedem aldı, okula gideceğim.
        -Yaa, bunun için mi koşa koşa geldin buraya? Bir kahkaha altıktan sonra devam etti konuşmaya: Mümin dede böyledir zaten Sen de onun yolunda gideceksin galiba. Ver de bir bakalım şu çantaya!
        Çantayı aldı, kilidini açıp kapadı, evirip çevirip baktı. Sonra yine çocuğa uzatarak alaylı alaylı başını salladı:
        -Peki, hangi okula gideceksin bakalım? Neredeymiş okulun?
        -Hangi okula olacak? Fermadaki okula elbet.
        -Celesay'a mı gideceksin yani? dedi şaşırarak Seydahmet.. Dağın ötesinde, en az beş kilometrelik bir yoldan gidilir mi oraya?
        -Olsun, dedem atla götürüp getireceğini söyledi.
        -Hergün götürüp getirecek ha! Delirmiş senin ihtiyar. Seninle beraber o da okula başlasa iyi eder. Aynı sıraya oturursunuz, dersler biter bitmez de dönersiniz...
        Seydahmet katıla katıla gülüyordu. Mümin'in torunuyla aynı sırada oturması düşüncesi pek komik gelmişti ona.
        Çocuk suratını asıp sustu.
        -Darılma, dedi Seydahmet, ben gülmek için öyle konuştum. Seydahmet böyle derken çocuğun burnuna acıtmadan bir fiske vurdu ve kasketinin siperini alnına indirdi. Çocuğun başındaki kasket, dedesinin resmi korucu kasketiydi.
        Seydahmet'in dedesini aşağılaması çok ağırına gitmişti çocuğun. Başındaki kasketi düzeltti. Seydahmet ona bir fiske daha vurmak isteyince hemen geri çekildi ve öfkeyle çıkıştı:
        -Çek elini!
        -Vay canına! Huysuzun tekiymişsin meğer! dedi gülerek. Hadi hadi, kızmana gerek yok. Çantan çok güzel. (Böyle derken omuzunu sıvazladı). Ama şimdi uç bakalım, benim daha çok işim var...
        Bundan sonra elini tükrükleyerek tırpana yapıştı. Çocuk geldiği patikadan yine koşarak ve aynı taşların yanından geçerek evin yolunu tuttu. Ama taşlarla gevezelik edecek vakti yine yoktu. Şimdi çantasıydı önemli olan.
        Kendi kendisiyle konuşmayı severdi. Ama şimdi bir çantası vardı ve onunla konuşuyordu. Konuşa konuşa evine dönüyordu. Çok hoş bir şeydi çantayla konuşmak. Bu konuşmayı uzatmak, kendisi hakkında çantanın bilmediği birçok şeyi anlatmak istiyordu. Ama engel oldular. Yan tarafında bir atın ayak seslerini duydu. Az sonra ağaçların arasından boz atına binmiş biri çıktı. Bu gelen Orozkul idi. O da evine dönüyordu. Ondan başkasını sırtına almayan boz atı Alabaş'a gümüş kayışlı eyerini, şıngır şıngır öten bakır üzengilerini vurmuştu.
        Orozkul, parlak meşin çizmelerinin burnunu üzengiye dayamış, eyerinin üzerine yığılmışçasına, ağır ağır ilerliyordu. Çocuk çantasını kaldırıp ona doğru koşunca, az daha yuvarlanıp düşecekti atın üzerinden.
        -Orozkul enişte, bak bir çantam var benim! Dedem aldı, okula gideceğim..
        -Ay senin...
        Korkusu geçmemiş olan Orozkul güçlükle dizgine asılarak çocuğa bir küfür savurdu.
        Sonra, sarhoşluktan ve uykusuzluktan kanlanmış gözlerini çocuğa çevirerek:
        -Sen de nereden çıktın? Nereden geliyorsun? dedi.
        Çocuğun coşkusu, neşesi kaçmıştı. Birden kısılan sesiyle cevap verdi:
        -Eve dönüyorum.. Şey.. çantam var, onu Seydahmet'e gösterdim de..
        -Peki, peki.. Hadi git oyna.
        Eyerin üzerinde güçlükle durarak sallana sallana yoluna devam etti. Başkalarına düzine düzine çocuk veren Allah, bu talih küskününe kendi kanını taşıyan bir yavrucak vermemişti.
        Orozkul derin bir iç çekti, sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan, bu dünyadan hiçbir iz bırakmadan ayrılacağı için kendine acıyor, bir yandan da öfkeden kuduruyordu. Öfkesi kısır karısına idi. O lanet karı, yıllardan beri ona bir çocuk doğurmuyordu...
        Karağıl dağının tepesinden, dört yönde ta ufuklara kadar uzanan engin bir manzara görünüyordu. Yüzükoyun yere yatan çocuk, dürbünü gözlerine ayarlamaya başladı. Çok uzakları gösteren güzel bir sahra dürbünü idi bu. Onu dedesine, uzun yıllar ormanda görev yaptığı için armağan olarak vermişlerdi. Ama bizim ihtiyar Gözlerimin nesi var? Diye onu yanında taşımak istememiş, torununa vermişti. Çocuğun en sevdiği oyuncaktı bu.
        O gün dağın tepesine dürbünle birlikte çantasını da götürdü. Dürbünün yuvarlak, küçük penceresinde, önce her şey oynaştı, birbirine karıştı, sonra her şey yerli yerine oturdu ve netleşti. Bunu yapmak çok hoşuna gidiyordu çocuğun. Görüntü netleşince ayarı bozmamak için bir süre soluğunu tutup seyretti. Sonra başka yere çevirdi dürbünü. Her şey yeniden birbirine karıştı ve çocuk bir daha ayarladı dürbünü.
        Her yeri, her şeyi görüyordu buradan. Üzerlerine ancak göğün çıkabildiği yüksek dağların karlı dorukları bile görünüyordu. Bunlar, dünyayı kaplayan yüksek dağların ardında ve onlardan daha yüksekteydiler. Onlardan daha alçak olan dağların tepeleri çam ormanlarıyla kaplıydı. Eteklerdeki gür orman ise geniş yapraklı ağaçlardan oluşuyordu.
        Çocuk uzun uzun baktı. Sonra, Beyaz Gemi daha görünmüyor dedi çantasına. Hadi okulumuza bir defa daha bakalım. Çocuğun boğazı ağrıdığı için dedesi bir gün onu burada yardımcı hekime götürmüştü. Şimdi dürbünü ile, kiremitleri kararmış, bacası eğilmiş ve önündeki bir levhaya el yazısıyla Mektep yazılmış o binaya dikkatle bakıyordu. Çocuk çevresine baktı. Dürbünü ufka çevirdi ve birden nefesini tuttu. Tamam! Geliyordu! Gemiyi görür görmez her şeyi unuttu: Taa orada, Isık-Göl'ün mavi, masmavi yüzeyinde, büyük, beyaz gemi süzülüp geliyordu.. Hey güzel gemi, hey? Sıra sıra bacaları olan, uzun, güçlü, güzel gemi! Sanki iple çekiliyormuş gibi dümdüz ilerliyordu. Çocuk alelacele gömleğinin ucuyla dürbünün camını sildi, güzelce ayarladı. Uzun uzun baklı gemiye. Ne zaman bir balığa dönüşeceğini, çaya atlayıp yüze yüze ona, o beyaz gemiye ne zaman ulaşacağını düşünüyordu hep. Günlerden bir gün, Isık-Göl'de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü.
        Sonra bu düşünceye tamamiyle inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna ihtiyacı vardı. Aslında ne babasını hatırlıyordu ne de annesini. Kendini bildi onları hiç görmemişti. Onlar da bir defacık olsun onu görmeye gelmemişlerdi. Ama babasının Isık-Göl'de gemicilik yaptığını, anasının da babasından ayrıldıktan sonra onu dedesinin yanına bırakıp şehre gittiğini biliyordu. İşte o zamandan beri bir haber alamamışlardı annesinden.
        Dedesi Mümin o uzak şehre bir defa patates satmaya gitmiş, tam bir hafta kalmıştı orada. Dönüşünde çayını içerken, Bekey halasına ve ninesine, o şehirde kızını, yani çocuğun annesini gördüğünü söylemişti. Büyük bir dokuma fabrikasında çalışıyormuş. Orada tekrar evlenmiş, yeni bir yuva kurmuş, iki kızı olmuş. Çalıştığı için çocuklarını bir yuvaya vermiş ve onları ancak haftada bir defa görebiliyormuş. Büyük bir binanın küçücük bir odasında oturuyormuş.
        O gün, o çay saatinde, çocuğun babasından da söz etmişlerdi. Dedesinin duyduklarına göre, eski damadı, yani çocuğun babası, yine bir gemide çalışıyormuş, o da yeni bir yuva kurmuş, iki ya da üç çocuğu olmuş. İskelenin yakınında oturuyormuş. Dediklerine göre içkiyi de bırakmış artık. Seferden her dönüşünde karısı onu çocuklarıyla birlikte iskelede karşılıyormuş... Bu olayı hatırlayan çocuk Onlar Beyaz Gemi'yi, benim gördüğüm gemiyi karşılıyorlardır herhalde diye geçirdi aklından.
        Beyaz gemi uzaklaşıyordu. Dürbünde bacaları bile görünmüyordu artık. Az sonra tamamen gözden kaybolacaktı. Şimdi çocuk, babasının gemisiyle yapacağı yolculuğun sonunu düşünmeli, bir son uydurmalıydı. O ana kadar her şey çok iyi gitmişti ama işin sonunu getiremiyordu bir türlü.
        Ya babası onu almazsa. Haydi aldı diyelim, karısı ne der o zaman? Bu çocuk da nerden çıktı? Burda ne işi var? demez mi? Hayır, hayır, en iyisi babasıyla gitmemekti.
        Ve işte gemi artık görünmez oldu. Beyaz gemi masalı da böylece son buldu. Şimdi eve dönmesi gerekiyordu. Çocuk yerden çantasını aldı, dürbünü koltuğunun altına sıkıştırdı. Evin eşiğinden adımını atarken yüreği küt küt atıyordu.
        Ama evde tuhaf bir sessizlik vardı, avluda da kimseler yoktu, sanki ev terkedilmişti. Sonra anladı. Mümin dedesi bir kere daha çılgına dönen damadını yatıştırmak istemiş, yalvarıp yakararak Orozkul'un bileğini tutmaya çalışmıştı. Ama yine de kızının dövülmesi utancına, yara bere içinde kalmasına, acıdan inlemesine engel olamamıştı. Babasının yanında en ağır küfürleri savuruyordu Orozkul. Kısır kancık, dölsüz katır, lanet karı! diye bağırıyordu. Ve kızı da kaderine lanet okuyarak çığlıklar atıyor, bas bas bağırıyordu: Allah çocuk vermiyorsa suçum ne benim! Yeryüzünde koyun gibi doğuran ne çok kadın var, ben ise lanellenmişim! Niçin, niçin? Neydi benim günahım da böyle kısır bırakıldım! Öldür beni canavar adam, öldür! Vur, vur. Gebereyim daha iyi!.
        Çocuk, bir parça ekmekle çanağındaki yoğurdu çabuk çabuk yedi, hiç ses çıkarmamaya çalışarak pencerenin dibine oturdu, lambayı yakmamış, dedesini rahatsız etmek istememişti. Düşünceleriyle başbaşa kalsındı dedesi. Çocuk da düşünüyordu. Bekey halanın kocasına votka vererek onu şımartmasına akıl erdiremiyordu bir türlü. Adam onu pestilini çıkarıncaya kadar dövüyordu. Dayağı yedikten sonra o, yarım litrelik bir şişeyi daha sürüyordu önüne...
        Çocuğa ilkokul çantasının alındığı gün işte böyle geçti.
        O akşam bu masalı bir defa daha dinlemeyi öyle istiyordu ki! Ama dedesini rahatsız etmek istemedi. Onun masal anlatacak durumda olmadığını anlıyordu.
        Çocuğu okula dedesi götürüp getiriyordu. Orozkul buna çok sinirleniyordu. Hatta bir keresinde kavga bile etmişlerdi. Orozkul kızına da devamlı eziyet ediyordu. Eve iyice yaklaşmışlardı. Neler olmuştu? Orozkul yine dövmüş müydü zavallı Bekey'i? Zil zurna sarhoş muydu yine? Başka neler olmuştu?  Korkusunu belli etmemeye çalışıyordu. Çocuk çantasını sallaya sallaya eve girerken Mümin onu durdurdu:
        -Bekle, beraber gideriz.
        Alabaş'ı ahıra götürüp bağladı, sonra çocuğun elinden tutarak eve doğru yürürken ona şöyle dedi:
        -Dinle oğlum, eğer beni azarlar, bağırıp çağırırlarsa sakın korkma, söylediklerine hiç aldırma. Bunlar seni ilgilendirmez. Senin işin okula gitmek. O kadar.-
        Ama bekledikleri gibi olmadı. Onlar içeri girince, Nine, suçlayan bakışlarla uzun uzun süzdü Mümin'i. Sonra dudaklarını büzerek, dikişine devam etti. Mümin de onunla hiç konuşmadı. Huzursuz, sıkıntılı bir halde bir süre odanın ortasında dikilip durdu. Sonra, içinde lakşa çorbası bulunan büyük bir tencereyi ocaktan indirdi. Ekmek ve kaşıkları da getirdi. Dede-torun geciken öğle yemeklerini yemeye başladılar.
        Çocuk odadan çıktı. Oda kapısını henüz kapamıştı ki nine bar bar bağırmaya başladı:
        -Nereye gidiyorsun?
        -Gidip tomruğu çıkaracağım. Çayda kayalara sıkışıp kaldı.
        -Yaa, şimdi mi aklın başına geldi! Sen önce git de kızını gör. Gülcemal'in evinde şimdi. Kimin ihtiyacı var kısır bir karıya.. Git de kendisi anlatsın sana başına gelenleri. Kocası onu uyuz köpek gibi kovdu evinden. İhtiyar çok üzgündü: Çocuk yatağa girdiği zaman hala titriyordu. Uzun zaman uyuyamadı. Dışarıya gecenin karanlığı çoktan çökmüştü. Başı ağırıyordu çocuğun, ama ağzını açıp tek kelime söylemedi. Hasta olduğunu kimse bilmiyordu. Unutmuşlardı onu. Öyle bir durumda nasıl unutmasınlar ki!  Çocuk kendini çok fena hissetmeye başladı. Yine titriyordu şimdi. Kâh yanıyor, kah terliyor, kah donup tiril tiril titriyordu. Kalkıp dedesinin yanına gitmek istedi ama buna gücü yetmedi.  Çocuk onlardan ayrılıp yine kendinin hayal dünyasına daldı.
        Dedesi onu daldığı hayalden kurtardı: -Hey, niye dikilip kaldın öyle? Haydi gidiyoruz. Bin bakalım, vakit geçiyor. Eyerin üzerinde eğilip çocuğun ata binmesine yardım etti. Onu kürkünün eteğiyle sımsıkı sarmalarken sordu:
        -Üşüdün mü?
        O zamanlar okula gitmiyordu. Ama şimdi, o sıkıntılı uykusundan arada bir uyanıyor, büyük bir üzüntü içinde -Yarın okula nasıl gideceğim? Hastayım, kendimi hiç iyi hissetmiyorum... diye düşünüyordu.
        Çocuk, ertesi sabah, erkenden, bir elin alnına dokunmasıyla uyandı. Dedesinin eliydi bu. Soğuktu, çünkü dışarıdan gelmişti. Çocuğun elini hohlayarak ısıtmaya çalışıyor, alnını tutuyor, göğsünü yokluyordu. İçini çekti ve üzgün bir sesle:
        -Yat yavrum, dedi, kalkma! Vah vah! Çok hastasın, ateşin var. Ben de okul vakti geldiği halde hala niçin kalkmadığını merak etmiştim..
        -Hemen kalkıyorum, dedi çocuk başını yastıktan kaldırarak. Ama başı döndü, gözleri karardı ve kulakları uğuldadı. Dede onu usulca yatırarak:
        -Yat yavrum, kalkmayı düşünme. Hasta hasta seni okula götürür müyüm hiç? Çıkar dilini de bir bakayım. Çocuk kalkmak istiyordu.
        -Öğretmen kızacak, dersi kaçıranları hiç sevmiyor.
        -Kızmaz yavrum, ben gider anlatırım ona. Göster bakayım dilini.
        Dede, çocuğun diline ve boğazına dikkatle baktı. Uzun uzun nabzını dinledi. Nasırdan kaskatı olan parmaklarıyla çocuğun ter içinde, ateşten yanan bileğini tutup atardamarını bulabilmesi bir mucizeydi doğrusu. Nasıl olduysa, kendisini biraz rahatlatan bir sonuç çıkarmıştı:
        -Allah büyüktür. Çok önemli değil, sadece soğuk almışsın. Bugün yataktan çıkma. Akşam sıcak kuyruk yağıyla göğsünü ve ayaklarını ovarım. Bir güzel terlersin ve Allah'ın yardımıyla yarın tarpan tay gibi kalkarsın ayağa.
        İhtiyar adam, torunun başucunda oturarak dün olanları ve bugün de onu bırakmayan olayları hatırladı, kaygılandı, içini çekti ve düşünceye daldı. Allah'ından bulsun! Diye mırıldandı. Sonra yine çocuğa döndürdü başını:
        -Ne zaman hastalandın? Bana niye söylemedin? Dün akşam mı?
        -Evet, dün akşam üzeri, çayın öbür kıyısında maralları gördüğüm zaman. Koşup senin yanına geldim. Sonra üşüdüm.
        Mümin dede kendisini suçlar gibi:
        -Yaa, peki yavrum, sen yat, benim gitmem gerek:
        Dede kalktı ama çocuk onu bırakmak istemiyordu:
        -Hadi bakalım koca adam, sen de git oraya! diye bağırdı.
        Mümin başını eğdi. Pek üzgündü, acınacak haldeydi. Nine ise konuşmaya devam etti:
        -Çaydaki tomruğu kamyonla çekip çıkaracaklarmış. Sen de git ve ne derlerse yap... Hay Allah, süt kaynatacaktım..   
        Böyle dedi ve koşup ocağı yaktı, bir hayli kap kacak sesi duyuldu. Mümin'in suratı asıktı. Karısına bir çift laf edip cevap verecekti ama o buna da fırsat bırakmadı:
        Mümin'in sabrı taştı. Kapıya doğru yürürken:
        -Yeter artık! diye bağırdı. Sen çocuğa sıcak süt ver hastalandı, yatıyor!
        -Peki, peki, veririm, daha dikilip durma, git Allah aşkına, git!
        Kocasını dışarı çıkarıp nihayet yola saldıktan sonra kendi kendine söylenmeye devam etti: Ne oldu bu adama böyle? Kimseye karşı gelmezdi, ağzını açıp tek kelime söylemez, isteneni yapardı. Çıldırdı mı ne! Yetmiyormuş gibi Orozkul'un atını al, dörtnala koştur! -Çocuğa öfkeli bir bakış yönelterek- Hem kimin için alıyor kendisini suya, ateşe!..
        Böyle dedi ama çocuğa sıcak sütle erimiş taze tereyağ getirdi. Süt dudaklarını yakıyordu çocuğun. Nine içmesi için zorladı:
        -Sıcak sıcak iç, hadi korkma. Soğuk algınını yalnız kaynar şeyler söküp atar!
        Ağzı yanan çocuğun gözlerinden yaş geldi. Bunun üzerine nine de birden yumuşadı:
        -Peki öyleyse, biraz soğutarak iç. Tam hastalanacak zamanı buldun sen de! diye içini çekti.
        Çocuk sıkışmıştı, çişini yapmak için dışarı çıkmak ihtiyacını duyuyordu. Usulca kalktı. Bütün vücudunda tuhaf ama hoş bir gevşeme duyuyordu. Nine sıkıntısını anladı:
        -Ne var, çişini mi yapacaksın?
        -Evet, dedi çocuk.
        -Dur kalkma, bir leğen getireyim.
        Çocuk yatağında rahat rahat yatıyordu. Ninesine karşı kendisine baktığı için minnet duyuyor, yarına kadar iyileşip mutlaka okula girmesi gerekliğini düşünüyordu. Orada arkadaşlarına ormanda gördüğü üç maralı da anlatacaktı.
        Çocuk uyuyordu. Sadece bir defa bir tüfek sesiyle uyandı ama hemen sonra yine uykuya daldı. Bir gün önceki uykusuzluk ve rahatsızlıktan dolayı bitkindi ve o yüzden derin bir uykuya dalmıştı. Yine de uyku arasında rahat bir yatakta yattığını hissediyor, ateşi ya da titremesi olmadığı için seviniyordu. Ninesi ve Bekey halası olmasa daha uzun zaman yatacaktı. Nine ve hala yavaş sesle konuşmaya çalışsalar da, kap-kacak gürültüsü çocuğu uyandırmıştı.
        Nine alçak sesle konuşuyordu:
        -Şu derin çanağı sen al. Şu tabağı da götür. Ben de kova ile eleği alıyorum. Uff belim! Ölüyorum yorgunluktan.
        Çok iş gördük. Ama, Allah'a şükür, çok seviniyorum.
        -Ah eneke, ben de öyleyim. Dün ölümü göze almıştım. Gülcemal olmasa belki kendimi öldürürdüm.
        -Bırak bu saçmalıkları! dedi nine. Karabiberi aldın mı? Hadi gidelim! Sizi barıştırmak için bu armağanı Allah gönderdi bize. Gidelim!
        Çıkıp giderlerken Bekey hala sordu:
        Çocuk ne durumda? Hala uyuyor mu?
        -Bırakalım biraz daha uyusun. Hazır olunca sıcak sıcak çorba içiririm ona.
        Ama artık çocuğun uykusu kaçmıştı. Dışarıdan konuşmalar ve ayak sesleri duyuluyordu. Bekey hala sesli sesli gülüyor, Nine ile Gülcemal de aynı şekilde gülerek cevap veriyorlardı. Bu arada yabancı adamların seslerini de duydu O akşam gelenler olmalı, demek ki daha buradalar diye düşündü. Ama dedesini görememişti ve sesini de işitmiyordu. Neredeydi? Ne yapıyordu dedesi?
        Çocuk sabırsızlıkla dedesini bekliyor ama dedesi bir türlü gelmiyordu. Az sonra, dedesi değil de Seydahmet geldi. Memnun görünüyordu. Pek neşeliydi. Yürürken biraz sallanıyor ve kendi kendine gülümsüyordu.
        -Şuna bak sen! Yahu bana senin hasta olduğunu söylediler! Hiç de hasta değilsin sen. Çıkıp dışarıda oynasana. Hiç böyle yatılır mı?
        Böyle dedi ve kendini çocuğun yatağı üzerine bıraktı. Nefesi içki, elleri ve elbisesi ise taze kesilmiş çiğ et kokuyordu. Çocuğu sarsa sarsa öpüyordu yanaklarından. Bir haftadır tıraş görmemiş yüzünün sert kılları çocuğun yanağına batıyordu:
        -Tamam, tamam Seydahmet emmi, yeter artık, dedi çocuk. Peki dedem nerde, onu görmedin mi?
        -Deden mi? Şeyde.. işte.. orda.. Dedi. Hadi kalk.
        -Ama dedem hiç yataktan çıkma, dedi.

        -Ne demek yataktan çıkmamak? Haydi gel. Böyle bir günde olur mu hiç! Her zaman göremezsin böyle günü.. Ziyafet var ziyafet.. Kap yağlı, kaşık yağlı, ağız yağlı.. Haydi kalk!
        Sarhoş sarhoş çocuğu giydirmeye başladı.
        -Bırak Seydahmet emmi, kendim giyinirim, dedi çocuk onun kolundan sıyrılmaya çalışarak.
        -Dışarı çıktılar avluda dedesini gördü. Çocuk, ocağın önünde diz çökmüş odunları karıştıran dedesinin yanına gelmişti. Arkasında durup seslendi:
        -Dede!
        Dedesi onu duymadı.
        -Dede! diye bağırdı çocuk omuzundan tutarak.
        Yaşlı adam dönüp baktı ve çocuk onu tanıyamadı. O da sarhoştu çünkü. Yaşlı adam dönüp torununa baktı. Ama uzak, tuhaf, yabancı bir bakışla. Yüzü yanıyordu, kıpkırmızıydı. Torununu görünce daha da kızardı. Kızardı ama hemen sonra da sapsarı oldu. Doğruldu. Çocuğu kucaklayıp bağrına basarak ve kekeleyerek:
        -Sana ne oldu? Ne istiyorsun? dedi.
        Bundan başka bir şey söylemiyordu. Konuşmasını unutmuşru sanki. İhtiyarın heyecanı çocuğa da geçti:
        -Dede, sen hasta mısın yoksa? diye sordu çocuk kaygıya kapılarak.
        -Yok.. yok.. şey.. bir şeyim yok.. diye kekeledi Mümin. Şey ediyorum da.. Şu ateşi şey edeceğim.. Hadi sen dolaş biraz...
        Çocuğu neredeyse iterek yanından uzaklaştırmış, sonra herkese arkasını çevirip ateşin başına çökmüştü. Diz çökmüş öylece duruyor, hiçbir tarafa bakmıyor, kendi düşüncelerine dalıyor ve ara sıra odunları karıştırıyordu. Neye uğradığını şaşıran torununun avludan geçip odun kırmakta olan Seydahmet'e doğru gittiğini görmekti. Dönüp bakmamıştı çünkü.
        Çocuk, ne dedesinin başına geleni, ne de avluda olup bitenleri anlıyordu. Hangara birkaç adım kala, tüylü tarafı alta gelecek şekilde serilmiş bir derinin üzerinde taze kesilmiş et yığınını farkediverdi. Derinin kenarlarından hala rengi bozulmuş kan sızıyordu. Biraz ötede, köpek, hırlaya hırlaya bir barsağı çekiştirmekteydi. Kaya gibi, iri-kara bir adam da oturuyordu et yığınının başında. Koketay idi bu. Elinde bir de bıçak vardı. Yine orada bulunan Orozkul'la etleri paylaşıyorlardı. Acele etmeden, rahat bir şekilde kemikleri kırarak ayırdıkları parçaları, birer birer yanlarında iki ayrı kümeye atıyorlardı.
        Bu korkunç manzarayı ürpererek, içi parçalanarak seyrediyordu çocuk. Gözlerine inanamıyordu: Toz toprak içinde sürünen bu kesik baş, Boynuzlu Maral Ana'nın başıydı!
        Hızla koşup kaçmak istedi oradan. Ama ayakları onu dinlemedi. Orada kılımdamadan duruyor, gözlerini maralın kesik başından ayıramıyordu. Daha dün çay kıyısında karşılaştıkları zaman kendisine tatlı tatlı bakan, düşünce yoluyla konuşarak, ondan, çıngıraklı, sihirli bir beşik getirmesini istediği Boynuzlu Maral Ana mıydı bu? Aynen ona benziyordu. Bir anda nasıl çirkin bir et yığını, soyulmuş bir deri, kesilmiş ayaklar, fırlatılıp atılmış bir kelle haline gelirdi!
        Seydahmet Orozkul'un yanına sokuldu:
        -Böyle giderse boynuzu da kıracaksın, ver baltayı ben yapayım...
        Orozkul baltayı savura savura hırıltılı bir sesle cevap verdi:

        -Çekil başımdan! Kendim yaparım, sen parçalayamazsın!
        -Nasıl istersen.
        Seydahmet böyle derken yere tükürdü ve evine doğru yürüdü. O iri yarı kara adam da kendi payına düşen etleri bir torbaya koyrup sırtlamış, onun ardından yürüyordu.
        Orozkul sarhoş inadıyla hala Boynuzlu Maral Ana'nın kafasını koparmaya çalışıyordu. Nice zamandır beklediği fırsatı yakalamış da, şimdi intikam alıyor, hıncını çıkarıyordu.
        Balta darbesiyle sıçrayıp ayakları dibine düşen kafayı tekmeliyor, sanki anlayacakmış gibi ağzı köpüklene köpüklene küfürler savuruyordu ona:
        -Seni alçak! Namussuz! Al sana! Al sana! Aldatırsın ha! Seni paramparça etmezsem bana da Orozkul demesinler!
        Baltayı indirmeye devam ediyordu. Sonunda maralın kafası çatladı, etrafa kemik kırıkları sıçramaya başladı.
        -Al sana! Al sana!
        Balta birden maralın gözüne isabet etti. Çocuk bir çığlık attı. Patlayan gözden sarı, yapışkan bir sıvı aktı. Şimdi hayvanın gözü de ölmüştü. Orozkul vahşi bir kin ve kudurganlıkla mırıldanıyordu:-Bundan da büyük kafaları kıracağım! Bundan da büyük boynuzları parçalayacağım!
        Evin önünde Bekey hala çıktı karşısına. Halası gülünç bir şekilde giyinip süslenmişti ama, yüzü gözü Orozkul'dan yediği dayağın morartılarıyla doluydu ve çok zayıftı. Yersiz bir neşe içinde o büyük et ziyafeti için eli yağlı dolanarak oraya buraya koşuyordu.
        -Neyin var senin? diye çocuğu durdurdu.
        -Başım ağrıyor.
        -Vah yavrum vah! Hastasın demek!
        Coşkun bir sevgi gösteriyordu çocuğa. Yanaklarından şapur şupur öptü. O da ötekiler gibi sarhoştu. Onun nefesinden de ötekilerde olduğu gibi tiksindirici bir votka kokusu geliyordu.-Başı ağrıyormuş yavrumun! Ah canım benim! Herhalde karnın da açtır?
        Hayır, aç değilim. Yatmak istiyorum.
        -Peki, gel öyleyse seni yatırayım. Yapayalnız kalacaksın ama! Bak, herkes bizim evde toplandı. Konuklar da, bizimkiler de. Et de pişti zaten. Çocuğu razı etmişti. Elinden tutup eve doğru götürdü onu.
        Ocağın önünden geçerlerken Orozkul göründü. Ter içindeydi. Yüzü inek memesi gibi şişik ve kızarıktı. Elindeki maral boynuzunu, zafer kazanmış gibi bir kurumla Mümin dedenin yanına fırlattı. İhtiyar hafifçe doğruldu.
        Orozkul ona dönüp bakmadı bile. Orada bulunan su dolu bir kovayı kaldırıp, üstüne başına döke döke içmeye başladı. Bir ara ağzını kovadan ayırarak:
        “-Artık ölebilirsin! Dedi birdenbire.
        Sonra yine başını kovaya daldırdı.
        Çocuk, dedesinin dili dolaşa dolaşa cevap verdiğini duydu:
        -Sağ ol oğul, sağ ol. Artık ölüm beni korkutmaz. Demek bana da saygın varmış, ben de şerefleniyorum...
        Çocuk bir halsizlik hissetti vücudunda:
        -Ben eve gideceğim, dedi.
        Bekey halası bırakmadı:
        -Orada tek başına yapacağın bir şey yok! diye nerdeyse zorla onu kendi evine götürdü ve odanın bir köşesindeki yatağa yatırdı.
        Çocuk, hiç ses çıkarmadan yatıyordu köşesinde. Sinirleri gerilmiş, eli ayağı tutmaz haldeydi. Yine üşümeye, titremeye başlamıştı. Kalkıp gitmek istiyordu ama yataktan çıkar çıkmaz kusmaktan korkuyordu. Biraz hareket etse, boğazına gelip tıkanan şey dışarı fırlayacaktı çünkü.
        O sırada kadınlar Seydahmet'i dışarı çağırdılar. Seydahmet gitti ve az sonra döndü. Elindeki kocaman sırlı tepsi tepeleme et doluydu ve etler duman duman tütüyordu. Tepsiyi iki eliyle ve güçlükle taşıyarak, Orozkul'la Koketay'ın önlerine usulca koydu. Onun ardından da kadınlar çeşit çeşit yemekleri taşıyarak içeri girdiler.
        En son Mümin dede girdi içeriye. Tuhaf bir durumdaydı. Her zamankinden daha küçük, daha bitkin görünüyordu. Boynunu kısıp bir kenara ilişmek istedi ama, iri-yarı Koketay yüce gönüllü davranarak yanına oturmasını rica etti:
        -Haydi Aksakal, dedi, içelim. Bu uğurlu av şerefine kaldıralım kadehlerimizi. İlk sözü siz alın.
        Mümin dede, öksürüp boğazını temizlemeye çalıştıktan sonra kadehini kaldırarak konuştu:
        -Bu evde huzur olması dileğiyle. Huzur olan evde mutluluk da olur.
        -Çok doğru, çok doğru.. diye onu onayladılar ve herkes kadehini ağzına götürdü, birkaç yudum içti.
        Koketay, Mümin dedenin şerefe kadeh kaldırdığı halde içkisini içmediğini gördü ve sitem etti:
        -Ama olmadı.. Damadınıza ve kızınıza mutluluk dileyerek kadeh kaldırıyor, sonra da içkinizi içmiyorsunuz!
        Dede biraz telaşlandı:
        -Madem ki onların mutluluğunu istiyoruz, ben de içerim elbet.
        Ve Mümin dede, herkesin şaşkın bakışları arasında, ağzına kadar votka dolu kadehi bir solukta içip bitirdi ve sonra başını iki yana salladı.
        -Yaşasın! İşte bu görülecek şey!
        -Dedemizin eşi yoktur!
        -Aferin dedeye, yaman bir adammış doğrusu!
        Herkes gülüyor ve Mümin dedeye övgü yağdırıyordu. Odanın içi iyice ısınmış, boğucu bir hava ile dolmuştu.
        Çocuk hayalinde Kulubeg'i yardıma çağırdı. O da kamyonunu hızla sürerek geldi. Makineli tüfeğini alarak sürücü koltuğundan atladı:
        -Nerdeler?
        -Şurada!
        İkisi birden Orozkul'un evine koştular. Bir tekme vurarak kapıyı açtı Kimse yerinden kımıldamasın! diye makineliyi üzerlerine doğrulttu. Son lokmaları boğazlarında kaldı. Ağızları yüzleri yağ içinde, ellerinde ise yedikleri yağlı etin iri kemikleri, karınları iyice doymuş sarhoş adamlar, kımıldamadan duruyorlardı. Kulubeg makineli tüfeğini Orozkul'un şakağına dayadı:
        -Rezil herif! Ayağa kalk!
        Orozkul baştan ayağa titreyerek ve Kulubeg'in ayaklarına kapanarak kekeleye kekeleye yalvarmaya başladı:
        -Aa a cı ba na! Öö öl dür me beni!
        Kulubeg acımadı:
        -Dışarı çık köpek! Sonun geldi artık!
        -Yüzünü duvara dön! Boynuzlu Maral Ana'yı öldürdüğün için, ucuna sihirli beşiği takıp getirdiği boynuzunu kestiğin için öleceksin!
        -Peki öyleyse, onu öldürmeyelim, dedi çocuk. Ama buradan defolup gitsin ve bir daha hiç görünmesin. Onun gibi bir adamın hiç işi yok burda.
        Orozkul ayağa kalktı, pantalonunu düzeltti, ardına bakmaya bile cesaret edemeden yürüdü. Boynunu iyice kısmıştı. Perişandı. Şiş göbeği sallanıyor, pantalonu sarkıyordu. Ama Kulubeg durdurdu onu:
        -Dur bakalım! Sana son bir sözümüz daha var! Hiç çocuğun olmayacak! Çünkü sen kötü, pis bir yaratıksın! Burada seni hiç kimse sevmiyor. Orman sevmiyor, ormanın ağacı, bir tek otu sevmiyor seni. Bir faşistsin sen. Hadi defol ve sakın bir daha buralara ayak basayım deme! Çabuk kaybol!
        Orozkul ardına bile bakmadan hızlandı.
        -Ee, sonra ne oldu?
        -Hadi anlat!
        Orozkul gülmekten kırılıyordu. Ölecekti nerdeyse. Ahlar uflar arasında:
        -Şey... şunu bir kere daha anlat.. Sonra sen ne dedin de bu kadar korktu? Uf.. çok gülünç.. dayanamayacağım.. Seydahmet hiç nazlanmadan anlatmaya başladı:
        -Bakın nasıl oldu: Marallara yaklaştık. Onları ormanın ağaçsız bir yerinde görmüştük. Üçü de oradaydılar. Tam atları bir ağaca bağlamıştık ki bizim ihtiyar ellerime yapıştı: -Marallara ateş edemeyiz! dedi, Biz Buğuluyuz, Maral soyundanız, Boynuzlu Maral Ana'nın soyundan... Küçük bir çocuk gibi saf saf bakıyordu bana. Gözleriyle yalvarıyordu. Katıla katıla gülmek geldi içimden ama kendimi tuttum. Üstelik çok ciddi bir tavırla: Ne oluyor sana, yoksa sen hapsi boylamak mı istiyorsun? Dedim. Yoo dedi: Bilirsin ki bu eski masallar Beğ'ler zamanında yoksul halkı sindirip sömürmek için uydurulmuş!. dedim. İhtiyarın ağzı açık, dona kaldı. Yahu sen ne diyorsun? Dedi. Ne dediğimi duydun: Sen şimdi bırak bu bey masalını, bay masalını. Yoksa bir yetkiliye iki satır yazı yazarım, hiç yaşına bakmadan tutuklarlar seni!
        -Kah! Kah! Kah!
        Herkes birden katıla katıla gülüyordu. En çok gülen deOrozkul idi. Çünkü herkesten fazla onu neşelendiriyordu buolay. Seydahmet anlatmaya devam etti:
        -Sonra marallara yavaş yavaş sokulduk. Başka birhayvan olsa bizi görür görmez bir iz bile bırakmadan kaçıpgiderdi ormana. Ama bu enayi marallar hiç kaçmıyor. Çünkü onları hiçkorkutmamışlar -Sarhoş Seydahmet biraz farfarlık ediyordu- Ben, elimdetüfek, önden gidiyordum, ihtiyar da peşimden.. İşte o sırada beni birşüphe aldı. Çünkü o güne kadar ben bir serçe bile vurmamıştım. Doğrusöylüyorum, şaka değil, bir serçe bile vurmamıştım. Eğer maralı vuramazsam ormana dalıp kaybolacaklardı. Sonra, yakala yakalayabilirsen! Geçidi aşargiderler. Böyle bir avı kaçırmak da aptallık olurdu. Ama bu bizim ihtiyareski avcılardandır.
        -Eskiden ayı avına çıkardı. Bunu bildiğim için ona dedim ki: Dede, al şu tüfeği, sen ateş et! . Olmaz, sen yap o işi dedi. Görmüyor musun, zil-zurna sarhoşum ben dedim. Ayaklarımınüzerinde duramıyormuşum gibi sallanmaya başladım. Zaten tomruğu sudançıkardığımız zaman birlikte bir şişe votka içtiğimizi görmüştü. Onun içinsarhoş numarası yapıyordum...
        Yine bir kahkaha koptu odada: Kah! kah! kah!..
        -Ona dedim ki: Ben bu işi asla başaramam, eğer maralları kaçırırsak birdaha hiç gelmezler. Elimiz boş dönmektense hiç dönmeyelim daha iyi.Biliyorsun değil mi sebebini? Düşün biraz: Niçin gönderdiler bizi buraya?.Bir şey demedi. Ama tüfeği de bir türlü almıyordu eline. Pekala, nasıl istrsen dedim. Tüfeği elimden düşürüp, dönüpgidiyor numarası yaptım. O da peşimden geldi. Bak, dedim, Orozkul benikovarsa pek önemli değil, ama senin gibi bir ihtiyar nerede iş bulur?. Yinebir şey demedi. Ben ise, tabloyu tamamlamak, numaramı pekiştirmek içinşarkımı mırıldandım:
        -Sarhoş olduğuma iyice inanmıştı. Tüfeği almak içinonu bıraktığım yere yürüdü. Biz böyle tartışırken marallarımız birazuzaklaşmıştı. Dikkat et, dedim, kaçırırsak bir daha hiç yakalayamayız. Ürkütmeden ateş edeceksin. İhtiyar tüfeği aldı. Yavaş yavaş yaklaştık. O,aptal aptal mırıldanıyordu: Bağışla beni Boynuzlu Maral Ana! Bağışla!.Ben ısrar ettim: Bak söylüyorum, vuramazsan sen de o marallarla kaç git.Çünkü hiç eve gelmemen daha iyi olur o zaman.
        Çocuk dedesinin üzerine eğildi, omuzundan tutarak sarstı:       
        Dede, kalk eve gidelim, haydi kalk, gidelim! dedi.
        İhtiyar adam cevap vermedi. Sanki çocuğun sesini duymamıştı. Hem cevap vermeye kalksa ne söyleyebilirdi?
        Çocuk yalvarıyordu:
        -Kalksana dede, haydi kalk eve gidelim!
        Çocuk, dedesinin burada toza-toprağa uzanarak yatışının asıl sebebini biliyor muydu? Torununa Boynuzlu Maral Ana'nın kutsallığını anlatmıştı. Onu buna inandırmıştı.
        Sonra da bütün anlattıklarına, telkinlerine kendisi ihanet etmişti. Hem de bunu talihsiz kızı ve torunu için yapmıştı. İşte bunun için, rezil olduğu için ölü gibi yatıyordu burada. Bunun için cevap veremiyordu.
        -Dede, bari başını kaldır, diye yalvarıyordu çocuk.
        Rengi iyice kaçmış, hareketleri zayıflamış, elleri dudakları titriyordu:
        -Dede, benim ben! Duyuyor musun? Çok fenayım, başım ağrıyor, çok ağrıyor..
diye ağlıyordu.
        İhtiyar inledi, kımıldadı ama kalkamadı.
        Çocuk gözyaşlarını sel gibi akıtarak dedesini sarsıyordu:
        -Dede, Kulubeg gelecek mi? Söyle gelecek mi?
        Çocuk, zorlanarak da olsa dedesini yüzüstü çevirdi. Onun toza belenmiş yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup:


        -Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağım ve yüzüp gideceğim buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle. Dede cevap vermedi.
        Çocuk güçlükle yoluna devam etti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama hemen kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akışlı derin yerine geldi ve akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor, nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok üşüyordu...
        Çocuğun balık olup çay boyunca yüzüp gittiğini henüz kimse bilmiyordu.
        Sen artık bu şarkıyı duyamazsın. Su boyunca yüzüp gittin çocuğum. Kendi efsaneni de alıp götürdün. Yüzüp gittin. Kulubeg'in gelmesini beklemedin. Yazık, çok yazık! Beklemedin Kulubeg'i. Niye koşup yola çıkmadın? Yola çıkıp koşsaydın mutlaka görecektin onu. Daha uzaktan görür görmez tanırdın onun kamyonunu. Elini kaldırınca o hemen dururdu.
        -Nereye gidiyorsun? derdi Kulubeg.
        -Senin yanına, diye cevap verirdin.
        Seni hemen şoför kabinine alır, yanına oturturdu. Beraber giderdiniz. Sen ve Kulubeg. Önünüzde hiç kimsenin görmediği Boynuzlu Maral Ana koşardı. Ama sen görürdün onu...
        Ama sen yüzüp gittin. Hiçbir zaman balık olamayacağını biliyor muydun? Isık-Göl'e kadar yüzemeyeceğini, beyaz gemini göremeyeceğini ve ona Selam Beyaz Gemi, ben geldim, ben! Diyemeyeceğini biliyor muydun? Çay boyunca yüzüp gitin çocuğum.
        Şimdi ben sana yalnız şunu söyleyebilirim: Çocuk kalbinin, çocuk ruhunun bağdaşamadığı her şeyi reddettin. İşte beni teselli eden de budur. Bir şimşek gibi yaşadın sen. Bir defa çaktın ve söndün. Şimşeği çaktıran göktür. Ve gök ebedidir. İşte budur beni teselli eden. Bir başka tesllim daha var: İnsandaki çocuk vicdanı, tohumdaki öz gibidir. Ve o öz olmadan tohum filizlenmez, gelişmez. Yeryüzünde bizi neler beklerse beklesin, insanoğlu doğdukça ve öldükçe, insanoğlu yaşadıkça, hak ve doğruluk denen şey de var olacaktır...
        Sana, senin sözlerini tekrarlayarak veda ediyorum:
        Merhaba Beyaz Gemi, ben geldim.

    Roman, yazarın daha önceki eserlerinde rastlanmayan bir konuyu, insanların inanç ve inanma ihtiyacını merkez almaktadır. Bu merkez konu etrafında üç nesli temsil eden insanlar vardır. Bunlardan Mümin dede, yaşlı ve pasif, zayıf, güçsüz ve tepkisiz, çaresiz yaşlı neslin temsilcisidir. Yine aynı nesle mensup olan nine ise etrafına karşı hırçın davranışları, isimsiz küçük çocuğa kötü davranan birisidir. Ara neslin temsilcileri, Mümin dedenin damadı Orozkul, karısı Bekey ve diğer orman işçileridir. Genç veya küçük nesli ise ismi bile konulmamış sekiz yaşlarında ve okula yeni başlayan küçük çocuk temsil eder. Yazar kahramanlarını bu şekilde tasnif ederken nesillerin hayatı algılayış biçimini ve hayat felsefesini ortaya koymaya çalışmıştır.
İnsanlar zor hayat şartlarına rağmen yaşanan iyiliğe kalplerini açar. Adsız Oğlan da böyle hisseder, alır dürbünü gözlerinin önüne, Isık Göl’de yüzen beyaz gemi’yi izlemeye koyulur. Romanın sonunda küçük çocuğun kötü ölümü ile kötülüğün galip gelmediğini aksine iyiliğin; ölümsüzleştiğini belirtmiştir. Bu konu hala tartışmalara açıktır. Fakat gözlerden kaçan ve üzerinde pek fazla durulmayan konu yazarın eserini okuyucunun hayal gücüne bırakarak bitirmesidir. Tipki post-modern romanlarda oldugu gibi!.. Yillar sonra Pekin'e yaptığı bir gezi sırasında kendisini birisinin aradığını ve Beyaz Gemi'deki isimsiz çocuk olduğunu söylediğini anlatır Cengiz Aytmatov. Bu küçücük hikâyecik, isimsiz çocuğun hafızalarda yer ettiğini, herkesin kendisinden bir şeyler katarak onu besledigini gösterir. Şüphesiz ki bu da yazarın kalem gücünü ortaya koymaktadır. Kitabın ana fikri “kötülüğe kötülükle değil, iyilikle karşılık vermeliyiz” düşüncesidir. Mümin Orozkul’un her türlü kötülüğüne karşı iyi davranmaya devam ediyor. Aslında bu, bizim manevi değerlerimizle de uyuşmaktadır. Çocuk iyiliği ve saflığı temsil eder. Romanın başkahramanıdır. Kötülüğe (Orozkul) karşı sadece dayanmakla yetinebilmiştir. Çünkü o bir çocuktur. Sonuçta ölüme doğru yol almıştır. Bu kötülüğe yenildiği anlamına gelmez.
Yazar “Beyar Gemi'de çocuğun ölümünü anlatırken, hiçbir zaman kötülüğün iyiliğe ağır basmasına uğraşmıyorum. Amacım, hayatın köklerini sağlamlaştırmaktır. Bu, kötülüğün en kabul olunmaz biçimiyle reddi oluyor ve kahramanım ölüyor. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemem. Ancak şunu iyi biliyorum, zafer hiçbir zaman Orozkul'un değildir. Kötülüğün iyiliği yenmesi burada bile göstermeliktir. Evet, çocuk ölüyor, ama ahlak üstünlüğü yine onda kalıyor. Ben, hikâyenin yazarı olarak bunda direniyorum”  diyor.