Ps3 Kırma

25 Kasım 2013 Pazartesi

Toprak Ana, Cengiz Aytmatov

Roman, Tolunay ile Savankul’un tanışmasına kadar giden olayların anlatılması ile başlamaktadır. Romanın asıl karakteri olan Tolunay, saf, temiz ve ailesine düşkün bir kadındır. Savankul ise kendi çapında uğraşan, mütevazi, cömert, çalışkan, çocuklarını iyi yetişmesini arzulayan fedakar bir babadır.
Tolunay, hasat zamanı Savankul’la ilk karşılaştığında henüz on yedisindeydi. Savankul omuzlarına attığı yırtık bir elbise ile dolaşırdı. Ekinleri öyle rahat, öyle dipten biçerdi ki sadece orağının çınlaması, bir de düşen başakların hışırtısı duyulurdu. Savankul’un da hızlı biçici olduğu söylenirdi ama Tolunay’ın yanında yaya kalırdı. Çalışmaya başlayan ilk onlar olurdu. Gün doğarken tarlaya beraber giderlerdi. Böylece yaz sabahları doğan güneşle birlikte doğdu aşkları.

Bir gece ay ışığında ekin biçmeye kalmışlardı ve o gecenin sabahı, tarlanın ucunda Savankul’un ceketinin üstünde uyandılar. O geceden sonra hiç ayrılmadılar. Arka arkaya olan üç tane oğulları en büyük sevinçleri oldu. Kasım, Muslubeg ve Caynak. Aralarından sadece Kasım evlendi. Kasım’ın eşi Aliman pırıl pırıl bir dağ kızıydı. Tolunay da çok sevmişdi Alima’nı.
Tolunay ve Aliman’ın tarlada yan yana çalıştıkları bir gün halkın toplandığını gördüler. Koşarak oraya gittiler ve vardıklarında Kasım Tolunay’a sarılarak, savaşın çıktığını söyledi. O andan itibaren savaşta yaşanılan yeni bir hayat başladı. Köyün erkekleri birer birer cepheye çağrılmaya başladı. Tolunay biliyordu ki bir gün onun yiğitlerine de sıra gelecekti. Evlerde yolu beklenen en önemli kişi postacı olmuştu.
Kasım ayını geçirdikten sonra, öğretmen olmak için okumaya giden Muslubeg’den mektup geldi. Muslubeg, arkadaşlarıyla birlikte kendisinin de askere çağrıldığını yazıyordu. Kış ortasına oğullarından mektup alabilen Tolunay’ın içi rahattı. Ama bir gün Kasım’dan bir mektup geldi. Bu mektupta cepheye gidecekleri yazıyordu. Üstelik Savankul da durmadan Askerlik Şubesine çağrılıyordu. Tolunay onu hiç çağırmayacaklarını sanıyordu ama bir gün onu da çağırdılar. Oğullarının ikisinden sonra kocası da askere gidiyordu. Üstelik hepsi de cephede çarpışacaktı.
Tolunay, Savankul’u askere giderken dağyoluna kadar geçirdi. Sonra da durmadan arkasına bakarak, hıçkırarak eve döndü. Ama vakit geçirmeden işlerinin başına geçti. Köyde sadece yaşlılar, sakatlar, çocuklar ve kadınlar kalmıştı. Elde ettikleri her şeyi cepheye yolluyorlardı. Ellerinde kalan tekerleksiz kağnılarla, kırık sabanlarla iş görüyorlardı.
İki aydır Kasım’dan haber alamıyorlardı. Tolunay’la Aliman gözlerini birbirinden kaçırıyorlar, düşündüklerini açığa vurmaktan çekiniyorlardı. Tolunay bir sabah atların nallanması için yola koyuldu. Elinde bir telgrafla Usanbay yanına yaklaştı. Telgrafta Muslubeg’in istasyondan geçeceğini bildiriyordu. İstasyona gitmek üzere hemen yola koyuldular. Tolunay, Aliman’la nefes nefese istasyona gidip Muslubeg’in trenini beklemeye başladı. Öğlen, bir düdük sesi ile heyecandan titremeye başladılar. Ama tren geldi ve gitti. Ellerindeki bir kuşu kaçırmış gibi oldukları yerde kalakaldılar. Bu Muslubeg’in treni değildi. Gece yarısı yer yine titremeye başladı. Bu sefer gelen koca trende kimsecikler yoktu. Parçalanmış, kapıları sökülmüştü. Meğerse bombalanmış ve tamire gidin bir trenmiş. Umutla beklemeye devam ettiler. Raylar yine titremeye başladı işaret flamaları taşıyan bir adam yanlarına yaklaştı ve yaklaşmamalarını, trenin durmayacağını söyledi. O sırada bir ses duydular. Muslubeg vagondan sarkmış el sallıyordu. Vagonun arkasından uzun süre koştular. Son vagon da kaybolduktan sonra Aliman Tolunay’a bir asker kasketi uzatarak “Al ana,  bunu Muslubeg sana attı.” dedi. Tolunay o günü şöyle anlatır: “Evin bir duvarında hala asılıdır o kasket. Bazen oğlumun kokusunu duymak için yüzümü içine gömerim. Dilerim başka hiçbir ana başını raylara, vagon kapılarına vurmasın benim gibi.”
Savaşın pençesine düşmüş tek insan Tolunay da değildi tabii, Gazete geldiğinde, ölüm ilanları okunduğunda, köyde en azından iki-üç evden ağıt sesleri yükselirdi.
En küçük oğulları Caynak birgün, evdeki onarılacak ne varsa onarmış, tüm işleri bitirmişti. Halinde bir gariplik vardı. Gönüllü olarak askere yazılmıştı. Haber vermede cepheye gittiği için ve kendisini bağışlamaları bildiren bir mektup bırakmıştı. O zaman daha on sekiz yaşındaydı. Caynak’a böyle ayrılmak daha kolay gelmişti.
Bir gün tarlada çalışırlarken köyden bir ihtiyar yanlarına geldi, Tolunay’a “Seni çağırıyorlar” dedi. Tolunay’ın içini korkunç bir huzursuzluk kapladı. Etraflarını kalabalık sardı. Elini tutarak “cesur ol Tolunay cesur ol” dediler. “Sevgili atmacalarımızı yitirdik. Savankul da Kasım da ölmüşler”. Tolunay’ın başı dönmeye başlamıştı. Aliman’ın da “Ana biz artık duluz ana. Günlerimiz karardı” diye çığlıkları yankılanıyordu. Tolunay, hem kocasını hem oğlunu kaybetmişti. Aliman da daha gençliklerinin baharında kocasını kaybetmişti.
Savaşın üçüncü ve dördüncü yılları, yeni üzüntülerin yanı sıra sevinçler de getirdi. Düşman geri çekiliyordu, ama dertler bitmek bilmiyordu. Kış ortasında açlık başladı. Bazı aileler yabani kökleri, otları suyla kaynatıyor, renk versin diye de içine birkaç damla süt katıp onu içerek karnını doyurmaya çalışıyorlardı. Şiş karınlı, soluk benizli çocukların bir parça yiyecek için kapı kapı dilendikleri görülüyordu.
Birgün Tolunay, Savankul’un diktiği ihtiyar elma ağacının açtığı çiçekleri seyrederken postacının yaklaştığını gördü. Muslubeg’den gelen mektubu titreyen parmaklarıyla açtı, okumaya başladı: “Sevgili anacığım zaman geçecek, bir gün beni anlayacaksın. Doğru olanı yapıyorum, sende hak vereceksin bana. Savaş hepimiz için, bütün insanlar için bir yıkımdır. Bu canavarı parçalamak, yok etmek için kanımızı, canımızı vermemiz gerekiyor. Askeri bir kahraman olmayı aklımdan bile geçirmedim. Öğretmen olmayı nasıl da isterdim. Tebeşir yerine tüfek verdiler elime, asker oldum. Bir saat sonra ülkem için göreve gideceğim. Canlı döneceğimi sanmıyorum. Bu son mektubum, bunlar son sözlerim. Oğlun, Teğmen Muslubeg Savankulov.” Bahçeye bir sürü insan toplanmıştı. Tolunay, ortanca oğlu Muslunbeg’i kaybettiğini de böylece öğrenmişti. Ondan geriye ise sadece kasketi kalmıştı.
Zaferin kazanıldığı bahar Tolunay için unutulmazdı. O, bundan büyük mutluluk, bundan büyük acı duymamıştı. Askerler geliyordu, halk onları karşılamak için yollara dökülmüştü. Bir asker göründü. Kalabalığın ön sıralarındaki yalınayak bir kız, ansızın çığlığı bastı: “Ağabeyim bu ağabeyim” diye. Köye birçok asker döneceğini beklerlerken sadece bir asker dönmüştü. Tüm halk koşarak onu karşıladı.
Hayat devam ediyordu. İşler iyiye gitmeye başlamıştı artık, yaşamak biraz daha kolaylaşmıştı. Savaşın anıları, acı izleri insanların içlerinden yavaş yavaş siliniyordu. Ama hayat Tolunay ve Aliman için o kadar kolay değildi. Erkeklerini kaybetmişlerdi. Tolunay, Aliman’a istediği zaman gidebileceğini, hayatının baharındayken tekrar evlenebileceğini çıtlakmak istediğinde, Aliman sert çıktı ve beraber yaşamaya devam ettiler. Bir ara Aliman dereye su getirmeye gitmeye başlamıştı. Oysa bahçedeki kuyuda yeterli su vardı. Meğerse Aliman, sürüsünü otlatmak için gelen bir çobana kaptırmıştı gönlünü. Tolunay ona kızamadı. Aliman, bir gün yine dereye su getirmeye gitti. Ama bu sefer çok geç kalmıştı. Herkes uykuya dalmıştı, kapı aralandı. Aliman‘ın elbisesinin düğmeleri kopmuş bir halde geldi. Ayakta zor duruyordu, sarhoştu. Gebe olduğunu öğrenmeleri ise çok zaman almadı. Komşu köye gidip çobanı buldular. Ama çoban, vefasız ve evli çıktı. Çocuğu ve Aliman’ı kabul etmedi. Tolunay bebeği torunu olarak kabul etmişti. Aliman ise utancından iyice içine kapanmış, kimselerin yüzüne bakamaz olmuştu. Tolunay bir gece uyandığında Aliman’ı yatağında bulamadı. Birden Aliman’ın çığlıklarını duydu. Utancından ahırda kendi kendine doğum yapmaya çalışıyordu. Doğumu için ona yardım etmeye çalıştı, ama bebek bir türlü doğmuyordu. Doktor için hemen yola koyuldular. Yolda Tolunay’ın yardımı ile çocuk doğdu. Ama Aliman öldü. Tolunay ıslak bebeği yeleğine sardı. Bu olayla savaş son kez hatırlattı kendini Tolunay’a. Bebeğe köyden Curubeg dedenin gelini süt verdi ve bebek yaşadı.
Romanın sonu Tolunay’ın bir ana olarak özdeşleştirildiği toprakla dertleşmesi ile bitmektedir. Tolunay, toprağa “Savankul’un Kasım’ın, Muslubeg’in, Caynak’ın, Aliman’ın anıları önünde eğiliyorum bugün. Yaşadıkça hatırlayacağım onları. Vakti gelince Canbolat’a da anlatacağım her şeyi” diyordu.

Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman


Şu Çılgın Türkler, Turgut Özakman. Eser, dönem olarak 1’nci Dünya Savaşının sonları  ve Kurtuluş Mücadelemizin ilk yıllarından  başlamaktadır. Detaylı olarak Kütahya-Eskişehir Savaşını, Sakarya Savaşını,  Büyük Taarruzu ve sonrasını ele almaktadır.
    Kişilerin büyük çoğunluğu gerçek kişilerdir, konuşmaların ve olayların çoğunluğu kaydedilmiş ve aktarılmış gerçek konuşmalardır.
    Mustafa Kemal Paşa, kongre yapmak ve Kurtuluş’u şekillendirmek üzere, Erzurum' a gelişinden beş gün sonra, 8/9 Temmuz 1919'da, “Sine-i millette bir ferd-i mücahit (milletin bağrında bir mücahit kişi) olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa eder. Artık milletin bir bireyi olarak; milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihi görevine devam edecektir. Daha sonra, 23 Nisan 1920’de TBMM Başkanı seçilecek ve sadece bu sıfatı olacaktır. Halbuki, dost ve düşmanın kabul ettiği gibi, Kurtuluş’u planlayan ve yürüten güç O’dur.

    Rütbesi olmayan Mustafa Kemal’e, orduyu tam yetkiyle idare etmek ve geliştirmek üzere, sonradan uzatılan üç aylık bir dönem için, 5 Ağustos 1921 günü TBMM gizli birleşiminde, Meclis yetkilerini kullanması kaydıyla, Başkomutanlık yetkisi verilir.   Üç ay süreyle Başkomutan seçilen ve Meclis'in yetkilerini kullanması kabul edilen Mustafa Kemal, milletin maddi kaynaklarını savaşın emrine verebilmek için çıkardığı 10 maddelik Tekalif-i Milliye (Milli Yükümlülük) emirlerinin altısını 7 Ağustos 1921’de yayımlar.
     “Topyekun Harp” başlar. Millet her şeyini seferber ediyordu. Ordu kuruluyor ve geliştiriliyordu. Bir Millet, varlığı ve hürriyeti için her şeyini ortaya koyuyordu. Bu savaş, Mustafa Kemal'in öteden beri gördüğü gibi topyekun bir savaştı: “Harp, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve ellerindeki her şeyle, bütün elde tutulur ve tutulmaz güçleriyle birbirleriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bundan dolayı, bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren, hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Milletin her ferdi, yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyde evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini ödev almış hissederek, bütün varlığını mücadeleye verecekti.”
    Bu gerçeği yıllarca sonra keşfetmiş olan Churchill, Mustafa Kemal'in elinde yeteri kadar deve ve öküz bulunmadığı için, taşıt işlerinde cephedeki erlerin karılarından ve kızlarından nasıl yararlandığını anlatır. Kadınların seferber edilmesi milli duygunun geliştirilmesinde büyük bir rol oynamış; asker, sivil herkesin topyekün gayret göstermesi ihtiyacını iyice belirtmişti. Sivas, Erzurum, Diyarbakır ve Trabzon gibi dağınık, merkezlerden toplanan silahlar, saman yığınlarının altına yüklenerek kağnılarla taşınıyordu. Şalvarlı, dolaklı köylü kadınları da Sümerler zamanındaki gibi, gıcırtılı sesler çıkaran kağnılarını sürerek saatte ancak beş kilometre hızla, dağ tepe demeden yüzlerce kilometrelik yolları aşıyor, cepheye doğru ilerliyorlardı. Çoğu, emzikteki çocuklarını, sıkıca sırtlarına bağlamışlardı. Top mermilerini, halat kulplu cephane sandıklarını, kucaklarında taşıyarak arabalara yükleyip indiriyor, iki omuzlarına birer gülle yüklüyor, çok kez tapaları bozulmasın ya da ıslanmasın diye, çocuklarını açıkta bırakmayı bile göze alarak, üzerlerini örtüyle kapatıyorlardı. Tekerleklerin kırılıp kağnının yolda kaldığı da oluyordu. Evlerinde kalanlar at, hayvan ve araçlara el konmuş olmasına bakmadan, çapa çapalıyor, tohum ekiyor, ekin biçiyor, orduya yiyecek yetiştiriyorlardı.
    Refet Paşa, Milli Müdafaa Vekilliğine geçmiş, bütün enerjisi ve buluşlarıyla çalışmaya başlamıştı. Öküz arabasıyla yapılan taşımayı, yeni bir menzil sistemi kurarak daha hızlı hale getirdi. Artık köylülerin alışık oldukları gibi her kasabaya gelince araba değiştirecek yerde, belirli yerlerde öküzler değiştiriliyor ve taşıtlar, doğruca savaş alanına kadar gelebiliyordu. Kilimlerden askerlere kaput, gaz tenekelerinden ilaç kutusu yaptırdı. Un bulunmazsa, köylülere, değirmenleri tamir edilinceye kadar, buğdayı kaynatarak ya da havanda döverek yemelerini söyledi. Çorak yaylada odun bulunmadığından, ahşap evleri yıktırıp, tahtalarını lokomotiflerde yakıt olarak kullandı.             
    Saban demirlerinden kılıç yapılıyordu. Ankara'daki demiryolları atölyesi süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu. Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kurulmuştu. Refet Paşa yurdun en ücra köşelerinden bile orduya asker topluyordu. Halk, minarelerden askere yazılmaya çağrılıyordu. Orduya katılmak isteyenler çoğu kez haydutların kasıp kavurduğu yerlerden geçerek; yüzlerce kilometre yaya yürümek zorundaydılar. Geldikleri zaman da kendilerine verilecek silah bulunmadığı olurdu. Bu erlere, cepheye giderken, düşmandan başka, yaralı ve ölülerin silahlarını almaları söylenirdi. Bu arada askerden kaçanlar yakalanıp şiddetli cezalara çarptırılıyor, silah altına yeni sınıflar alınıyor; Adana bölgesinden, Doğu illerinden, Karadeniz' den ve daha başka uzak yerlerden takviyeler getiriliyordu.
    Türklerin, kendilerini bekleyen önemli savaşa hazırlanmak için ancak üç hafta kadar vakitleri vardı. Ankara, bu haftaları endişe içinde geçirdi. Sivillerin morali adamakıllı çökmüştü. Varlıklı eşraf ve tüccarlar, yanlarına ailelerini ve servetlerini alarak Kayseri'ye göç ettiler. Daha başka kimseler de göç hazırlığına girişti, hatta resmi görevi olanlar bile. Şehir, asker kaçaklarıyla, boş gezenlerle dolmuştu; Yunanlıların çok yakına geldikleri söyleniyordu; kimsede güven kalmamıştı. Kadınlar, çarşafları sırtlarında, yola çıkmaya hazır, sabırla bekliyorlardı. Evlerini, barklarını bırakıp göç etmek zorunda kalacaklar mıydı acaba?
    Mustafa Kemal de, Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa ile birlikte cepheye hareket etti. Karargâhını Ankara'nın seksen kilometre kadar güneybatısında, demiryolu üzerindeki Polatlı'da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ'a çıktı; attan inerek düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görmek istedi. Tekrar atına binerken bir sigara yaktı. Hayvan, kibritin alevinden ürkerek geri tepince, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı; bir an için, ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu. Yanındaki doktor, kendisini ciddi şekilde uyardı: “Devam ederseniz hayatınız tehlikeye girer !”
    Mustafa Kemal: “Savaş bitsin, o zaman iyileşirim.”  diye yanıt verdi.
    Tedavi için Ankara'ya döndü. Fakat yirmi dört saat sonra yine cephedeydi. Yarası ona acı veriyordu; güçlükle yürüyebiliyor, çok kez bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu…
    Halide Edip bazen bu toplantılarda Mustafa Kemal'i bir roman yazarına benzetirdi. O da sanki heyecanlı bir konu üzerinde çalışıyor gibiydi. Bu romanın ana konusu savaştı, harita üstündeki iğneler de kahramanları. Her birinin özellikleri, genel plana uygun düşmeli ve hikayenin gelişmesine yardımcı olmalıydı. Mustafa Kemal, düşmanın kuvvetini de kendi birlikleri kadar yakından inceliyordu. Savaşın çok önemli bir anında alınan bir istihbarat raporunda, Yunanlıların kuvvetli bir yığınak yapmış oldukları, Türklerin tuttuğu mevziin savunulmasının güçleştiği ve bırakılması gerekeceği bildirilmişti. Mustafa Kemal hemen: “Bana Yunan birliklerinin hareketlerine dair geçen haftaki raporları getirin !” diye, emir verdi. Bu raporları bir daha gözden geçirdikten sonra: “Bizim istihbarat yanılıyor !“ dedi. “Yenilen biz değiliz, düşmandır !”
      Zaman zaman, taktik icabı, askerlik bilimine uygun olarak, geri çekilmeler de yapılıyordu. Hatta gereğinde Ankara bile boşaltılabilecekti. Ancak Başkomutan gereksiz ve çarpışılmadan geri çekilmeleri affetmiyordu.
    Sakarya Savaşı'nın 5. gününde, 27 Ağustos 1921 de, çarpışmalar şiddetini artırarak devam ediyordu. Cephenin sol ucundaki Güzelcekale'nin yüksek tepeleri Yunanlıların eline geçti. Türkler, sert bir savunma yaparak adım adım çekildi.
    Daha önceki günlerde bu yeni stratejiyi geliştiren Mustafa Kemal, Alagöz köyündeki karargahında Yusuf İzzet Paşa'ya, "Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır. Yurdun her karış toprağı, yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Her birlik, ilk durabildiği noktada düşmana karşı yeni bir cephe kurup savaşmayı devam ettirir..." dedi. Daha sonra da bu yeni stratejiyi orduya günlük emirler arasında yayınladı.
    Mustafa Kemal'in savunma hatları, kısım kısım kırılıyordu. Fakat derhal kırılan her kısım, en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Böylece Yunanlılar, her ne kadar toprak kazanıyorlarsa da, ilerlemeleri gayet yavaş oluyordu. On günlük bir savaş sonunda, topu topu on beş kilometrelik yer kazanmışlardı. Papulas'ın hücumda, Mustafa Kemal'in savunmada uyguladığı ilkeleri uygulamasına olanak yoktu. Türk hatlarında bir gedik açabilen bir Yunan birliği, durup komşu birliklerin de aynı hatta varmalarını bekliyor, bu da Türklere takviye alıp toparlanmak için vakit kazandırıyordu.
    Ancak Türklerin durumu yine de tehlikeliydi. Yunanlılar saldırıyı, merkeze doğru yöneltmişken, bir kere daha sola doğru kaydırdılar. Hala Türk ordusunu yandan çevirip Ankara'ya doğru yürümeye uğraşıyorlardı. Bu cephede bazı ilerlemeler kaydederek Türkleri mevzilerinden çekilmek zorunda bıraktılar. Türk Cephesi, şimdi kendi mihveri üzerinde dönmüştü. Artık kuzeyden güneye değil, doğudan batıya uzanıyordu. Öyle ki, doğu ucundaki Yunan kuvvetleri, Ankara'ya, batı ucundaki Türklerden daha yakındılar.
    Savunmanın başarısı ve dolayısıyla Ankara'nın korunması, Çal Dağ'ın elde tutulmasına bağlıydı. Türklerin esaslı iki savunma mevzii arasında, üç yüz metre yükseklikteki bu geniş ve uzun silsile, Ankara'ya ulaşan tren yoluna ve bütün savaş alanına hakim durumda bulunuyordu. Bir sürüngenin sırt kemikleri gibi girintili çıkıntılı olan Çal Dağ, üzerinde gizlenilmesi ve savunulması güç olan bir yerdi. Mustafa Kemal: “Çal Dağ'ı almadıkları sürece korkulacak bir şey yok !” diyordu. “Ancak, alacak olurlarsa, çok dikkatli davranmamız gerekecek. Çünkü kolayca Haymana'yı işgal edebilir ve bizi kapana kıstırabilirler !”
    Ankara'dakiler; Çal Dağ düşse de onun arkasında daha bir sürü tepe bulunduğunu düşünerek, kendilerini avutabiliyorlardı. İçlerinden biri: “Biz her tepede bu kadar ölü verdirdikten sonra, düşman buraya gelinceye kadar elinde bir avuç asker kalır. Onları da sopa ile döveriz!” demişti. Ama cephede herkes, durumun çok nazik olduğunu biliyordu.             
    Netice olarak vuruşmalar ve muharebeler kazanıldı. Churchill'in özetlediği gibi, “Yunanlılar, kendilerini öyle bir siyasi ve askeri duruma sokmuşlardı ki burada nihai zaferden başka her şey bir yenilgi demekti. Türkler içinse, nihai yenilgiden başka her şey bir zafer sayılabilirdi. Türklerin başındaki savaşçı başbuğ, bu durumun hiçbir yönünü gözünden kaçırmıyordu.”
    Mustafa Kemal şimdi Fevzi ve İsmet Paşaların önerisi üzerine, Meclis tarafından Müşirliğe (Mareşalliğe) yükseltilmiş, ayrıca kendisine Gazi unvanı verilmişti. Böylece artık rütbesi bulunan bir subay, bir Başkomutan olmuştu.
    19 Mayıs 1919’da başlayan, çok önceden planlanan ve hazırlıklarına girişilen ulusal direniş, yokluklara rağmen başarıyla bitirildi. 1919 yılı direnişin şekillenmesiyle, 1920 yılı ulusal gayretlerin düzene girmesiyle, 1921 yılı son darbeye hazırlık savaşlarıyla, 1922 yılı da bu son darbe için hazırlıklar ve kesin zaferle sona erdi.
    1923 yılı ise yeni devletin uluslararası ve ulusal planda şekillenmesi ile sürdü ve Cumhuriyetimiz ilan edildi.


Şimşek, Peyami Safa

Yazar, başka romanlarında olduğu gibi, bu romanında da doğu – batı kültürleri arasındaki bariz farkları karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Romanda; İstanbul’da yaşayan farklı yapıda bir ailenin başından geçen, değişik ve yasak ilişkiler yumağının bir sonucu olarak yaşanan, sonu felaketle biten bir olaylar zinciri, okuyucunun gözlerinin önüne başarılı bir şekilde resmedilmekte, yaşanan olaylar adeta okuyucuya da yaşatılmaktadır. Özelliklerini aşağıda arz edeceğimiz karakterlerden “Müfid” doğunun köhne, hayalci, duygusal, kaderci, hakkına razı ve o zamanki ahlak anlayışını saplantı haline getirmiş yönünü, “Sacid” ise batının en acımasız, gerçekçi, duygusuz, tuttuğunu koparan, hakkı ile yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen, o zamanki ahlak anlayışını benimsemediği gibi, hiçbir ahlaki kıstas tanımayan yönünü temsil etmektedir.

2.     ROMANINDA BAŞLICA KARAKTERLER:
        a.      Pervin: Romanın baş kahramanıdır. Alımlı, güzel bir kadındır. Erkek kahramanlardan Müfid ile evlidir. Eşini sevmektedir, ama eşinin dayısı olan Sacid ile ve başkalarıyla “istemeyerek” yasak aşklar yaşmaktadır. Annesi ve babası da benzer şekilde yaşadıkları için ayrıldıklarından, Pervin sağlıklı bir ortamda gelişimini tamamlayamamış, kişiliği bu şekilde şekillenmiştir. Bu nedenle, yaşanan bu dengesiz hayat kendisini rahatsız etmemektedir. Kendisini büyük bir aşkla seven o duygulu, o ince ruhlu kocası Müfid’e karşı içten şefkat ve vefa duygularıyla doludur, ama yaşam tarzlarının normal olduğunu zannetmektedir. İçinde yaşadığı arkadaş çevresinin çarpık ilişkiler yumağını tasvip etmemektedir, ancak kendisi istemeyerek de olsa bu zincirin halkalarından biridir. Yalnız, Pervin’in diğerlerinden bir farkı vardır ki, bu fark onu diğerlerine nazaran asil kılmaktadır: Diğerleri bu işleri sadece zevklerini tatmin için yaptıkları halde, Pervin ‘severek’ yapmaktadır. Yani bütün partnerlerini sevmektedir.
       b.      Müfid: Yazar, doğunun geri kalmasına neden olabilecek ne kadar köhne zihniyet ve özellik varsa Müfid’in kişiliğinde toplamıştır. Yazarın ifadesiyle “bu; kendisine hüzünden başka bir hissin tavrı yaraşmayan melül” bir adamdır. Bakımsız, hastalıklardan bir türlü başını kurtaramayan, Pervin’e körü körüne aşık, eşine aşırı güven nedeniyle uzunca süre aldatıldığının farkında bile olmayan, aldatılma emarelerini gördükten sonra olayı tam olarak aydınlatmak yerine hep şüphe içinde kalan; küçücük sözlerden, mimiklerden etkilenecek kadar hassas; kendinden çok başkalarını düşünen; dünyasının büyük kısmını kapsayacak, hatta vücuduna zarar verecek kadar iç derinliğine sahip ve duygulu; yazarın tabiriyle ve o zamanın anlayışıyla “mefkureci”, ancak mefkuresini gerçekleştirebilecek azmi, iradesi, gayreti ve enerjisi olmayan  bir delikanlıdır.
        c.      Sacid: Müfid’in tam tersi olarak, batının ne kadar kötü özelliği varsa onun benliğinde toplanmıştır. Talepkar, bakımlı ve enerjik, tuttuğunu koparan, ama bu özelliklerini hep kötüye kullanan; kendi egosunu tatmin yolunda her şeyi yapabilen ve karşı tarafı hiç düşünmeyen; yeğeninin eşi ile cinsel ilişkiye girebilecek, hatta başkalarıyla ilişkiye girmesine göz yumabilecek derecede ahlaki değerlerden yoksun; aşk, sevgi, vefa gibi hiçbir duyguları olmayan; Pervin’le ve başkalarıyla sırf zevk için beraber olan; acımasız, şüpheci; insanları kontrol altına alan; mefkuresi filan olmayan, sadece kendini düşünen bir insandır. Kendisiyle aynı karakterdeki babası Mahmud Paşa’dan kalma köşkte, Pervin ve Müfid ile birlikte yaşamaktadır. Pervin’i ve başkalarını istediği gibi etkileyebilmekte, ortamı kendi çıkarı doğrultusunda şekillendirebilmektedir. Bu durum romanda şu ifadeyle betimlenmiştir: ”Pervin Sacid’in yüzüne bakarken daima korku duyuyordu. Bu erkek ona hem korku veriyor, hem de cezbediyordu.”
        d.      Ali: Ortamın bilge kahramanıdır. Dürüst, mantıklı, olaylara global yaklaşabilen bir insandır. Herkesin sırlarını bilir ama kimsenin sırrını bir başkasına vermez. Başı sıkışan, depresyona giren, partneriyle bir sorun yaşayan ona gelir, rahatlar, tavsiyeler alır, gider. Peyami Safa bu karakterde kendini yansımıştır.
        e.      Diğer karakterler olan Arif, Behire, Melike, Suat ve birkaç kişi daha Sacid ile Pervin’in kendilerine benzer arkadaş çevresi olup, tali karakterlerdir.

2.     ROMANDA GEÇEN HİKAYENİN KISA ÖZETİ:
    Pervin, kocası Müfid ve Müfid’in dayısı Sacid, babadan kalma köşkte hep birlikte yaşamaktadırlar. Pervin ve Sacid, Müfid’in farkında olmadığı yasak bir aşk yaşamaktadırlar. Müfid konuyu başlangıçta bilmediği halde, Sacid ile karısının aynı mekanda bulunduklarını bilmekten son derece rahatsızdır ve başka bir eve taşınmak istemektedir. Bu nedenle evde çeşitli huzursuzluklar yaşanır. Zavallı Müfid karısının bir melek olduğunu zannetmektedir.
    Bir gün evde arkadaşlar arası, her zaman yapılageldiği şekilde bir toplantı olur. Müfid, Sacid ve Pervin’in bu arkadaşlarının durumlarını az da olsa bilmekte ve karısının onlarla aynı ortamı paylaşmasına hiç tahammül edememektedir. Onların sohbetinden de hoşlanmamakta, bulundukları toplantıları bir bahaneyle terk etmektedir. İlk kez bu toplantıda geçen bazı imalı konuşmalardan, Müfid’in içine korkunç bir şüphe düşer. Etrafa hissettirmeden durumu araştırmaya başlar. İlk olarak Pervin’in çantasında Arif’in  telefon numarasını bulur ve Pervin – Arif ilişkisine dair bulgular elde eder. Ancak hiçbir zaman konuyu sonuna kadar araştırmaz ve karısının kendisini aldattığına tam olarak inanmaz.
    Pervin – Sacid  ilişkisine dair emareler de baş gösterince bu durumu Ali ile paylaşır. Ali hiçbir sır vermez, ancak kendisi şüphelerinde haklı olduğunu anlar. Pervin’in, Sacid ile ilişkisine dair daha belirgin emareler vermesiyle birlikte, yine sonuna kadar araştırmaz, Pervin’le kavga eder, köşkten ayrılır ve halasının evine yerleşir. Burada aşk ve şüphenin bir araya gelmesinden doğan acıya ve ayrılığa dayanamayarak verem olur. Aylarca bu hastalıkla mücadele eder. Hastalığı ilerler ve iyice yatağa bağımlı hale gelir. Ali ve başkaları Pervin ile aralarını yeniden yapmaya çalışsalar da başarılı olunmaz. Bu arada Pervin derin bir vicdan azabı duymakla birlikte, aynı şekilde yaşamaya devam etmektedir.
    Müfid’in artık iyice zayıf düştüğü sıralarda; sırlarını paylaştığı arkadaşı Ali; sırf insani düşüncelerle, Pervin, Sacid, ve diğer arkadaşları Müfid’in kaldığı yerde toplar. Hastanın artık son zamanlarının geldiği iyice belli olmaktadır. Sohbetten ve yemekten sonra herkes bir odaya dağılır. Pervin ile Sacid Müfid’in yanında kalırlar. Şimşekli, yağmurlu bir gecedir. Pervin ile Sacid, Müfid ile bir süre ilgilendikten sonra bir kanepeye çekilirler. Şimşekler çakmaktadır. Pervin’in vicdani duygular nedeniyle istememesine rağmen, Sacid; Müfid’in kendilerini göremeyeceği düşüncesinin verdiği rahatlıkla, malum eylemlerini hastanın odasında da yapmaya başlar. Müfid şimşeklerin etkisiyle ve seslerle uyanır, doğrulur, ve bir daha şimşek çakmasıyla, gerçeği bütün çıplaklığıyla görür. Onlar da onu görürler ve hemen dışarı kaçarlar.
    Gerçeğin bu şekilde görülmesi ile birlikte, sanki bir mucize olur ve Müfid aylardır kalkamadığı yataktan kalkar, odasından aşağı inerek karanlıkta eline bir bıçak alır. Sacid ile Pervin evin dışındadırlar. Sacid merakından karanlıkta evin içine girer ve elinde bıçakla bekleyen Müfid canının ve enerjisinin son damlasıyla Sacid’i öldürür, kendisi de beraber ölür. Olayın vahametini görür görmez Pervin “akli hercümerce” girer, şuurunu, benliğini kaybeder, gecenin bir vakti çığlıklar içinde gecelikleriyle ortadan kaybolur. İsmini bile hatırlayamaz halde ertesi gün mahalle sakinleri tarafından ancak bulunabilir. Dost ve arkadaşları hemen tedavisi için gereğini yapmaya çalışırlar ama bütün gayretler nafiledir. Çünkü hiç kimse o gece orada neler olduğunu bilmemektedir ve bu hastalığa hiçbir teşhis konamaz.
    Romanın son paragrafında ve arka kapağında şu satırlar yazılıdır: “Hiç kimse, bir şimşek aydınlığı gördükçe Pervin’in niçin haykırdığını, niçin saçını başını yolduğunu, kendini yerlere attığını niçin kafasını döşemelere vurduğunu, niçin tepindiğini anlamıyor, çünkü bu anda hastanın gözleri önüne gelen manzarayı bilmiyor, bu onlar için edebi bir meçhuldür, bunu yalnız biz, bu haileyi en yakından, bu haileyi içinden seyredenler, bunu yalnız biz (yani bu romanı okuyanlar) biliyoruz.”

Suç ve Ceza, Dostoyevski

Dört aydır evin kirasını verememişti. Evin sahibi onu mahkemeye verecekti.
Uzun süreden beri hasta olmasına rağmen yaşlı Teteri kadının evine gidebilirdi. Daha önceki yüksüğe 1.5 Ruble veren kadın yeni getirdiği saate baktı ve “1.5 Ruble” dedi. Raskonikov kabul etmek zorundaydı çünkü kata çıkana kadar kimseyle karşılaşmamıştı. Yaşlı kadın, kız kardeşi ile beraber kalıyordu evde. Çok zengin olmasına rağmen, kız kardeşi hiç miras bırakmayacaktı. Kız kardeşini çoğu zaman döver, onun her işini takip etmesi gerektiğini düşünürdü.
Raskolnikov 1.5 Rubleyi aldı ve dışarı çıkıp bir meyhaneye gitti. Marmeladov yan masada oturuyor olmasına rağmen taşınıp sohbet etmekten kendini almamıştı. Marmeladov eşini çok seviyordu ve üç çocuğunu da; ama çok içyordu. O kadar ki ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştı. “Ne kadar fedakar bir kız bu Sonya” diye düşünmekten kendini almamıştı. Raskolnikov. Marmeladov ‘un evine gittiklerinde eşi haykırışla onları yumruklamaya başladı. Hep içiyordu ve evdeki 20 Rubleyi götürüp içkiye vermişti. Marmeladov’a Raskolnikov cebindeki 50 Kapik’i oraya bırakarak uzaklaştı. Eve geldi, yorgundu. Nastasya bir mektup getirdi. Raskolnikov heyecanla okumaya başladı mektubu. Annesinden gelmişti mektup. Annesi kız kardeşi Dunya’dan bahsediyordu. Dunya, Luzhin adında çift memurluğu olan 45 yaşındaki biriyle evlenecekti. Hem Luzhin onların eşyalarıyla beraber Petersbur’ga gelmesi için yardım edecek, gelmelerini sağlayacaktı. Annesi, 60 mil ötedeki tren yoluna gitmek için bir araba ayarladığını, trende ise 3 ncü sınıfta güzel bir yolculuk yaptıktan sonra Petersburg’a gideceklerini ve onu çok özlediğini yazıyordu.
Raskolnikov “Bu evlilik olmayacak” diye düşündü. Dışarı çıktı ve birkaç saat dolaştıktan sonra yorgun düşüp bir yerde uyukladı. Kötü bir rüya gördükten sonra uyandı. Eve gitti. Saat 7’ye yaklaşıyordu. Saat uygundu. Aşağıdaki baltayı alacak kimseye gözükmeden yaşlı tefeci kadının evine gitti. İçeri girerken onu kimse görmemişti. 2 nci katta boya yapan adamlarda onu yukarı çıkarken görmemişlerdi.
Tefeci kadının evine girdi ve ona bir kültablası uzattı. Kadın kültablasına bakarken baltayı kafasına indirmişti. Kadının ölü bedeni yerde yatıyordu. İçeri daldı ve dolaptan sadece rehin verilmiş, birkaç parça altını cebine aldı. Yaşlı kadının kız kardeşiyle içeride karşılaştı. Kızın şaşkın bakışları altında baltayla onu da öldürdü. Doğrusu bir kişinin toplumdaki binlerce kişinin refahı ve mutluluğu için ölmesinin bir zararı yoktu. Üstelik bu tefeci kadın çok kötü biriydi. Kapıda birkaç kişi kapıyı vuruyorlardı. Raskolnikov titriyor, dışarı çıkıp her şeyi itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. Dışardakilerden biri kapının içeriden sürgülü olduğunu fark etti. Yaşlı kadına bir şey olduğunun farkına vardılar. İki kişi Kapıcıyı çağırmak için aşağı indi. Bu kaçmak için tam fırsattı, Raskolnikov kapıyı açtı, hızla merdivenlerden inmeye başladı, aşağıdan gürültü gelmeye başlayınca Raskolnikov boyacıların dairesinin kapısının arkasına saklandı ve kapıcı ile üç adam yukarı çıkınca o da dışarı çıkıp değişik bir yoldan eve gitti. Baltayı aldığı yere bıraktı. Çok korkmuştu ve titriyordu. Aldığı mücevherleri ve kıymetli takıları dışarıda bir yerde saklamayı ihmal etmedi.
“2 gün geçti hala uyanmadı” diye düşünüyordu Üniversite arkadaşı Razumihin. Doktor Zozimov hastalığı atıp kendisine geleceğini söylüyordu. Ama Raskolnikov uyanınca arkadaşını ve doktoru isteksiz bir vaziyette evden kovdu ve dışarı gidip bir bara oturdu. Eski gazeteleri okurken yanına gelen bir polis memuru melenkolik ve deli bir ruh haliyle cinayetten bahsedip, üstü kapalı her şeyi anlattı. Korktuğunu, endişelendiğini hiç hissettirmedi.
Ertesi gün eve geldiğinde annesi ve kız kardeşi Dunya’ nın kendisini beklediklerini gördü. Çocuğun halini gören anne şaşkınlıkla titriyordu. Onu ertesi gün bay Luzbinin geleceği görüşmeye çağırırken korkmuştu. Ertesi gün bay Luzbin onları ziyaret etttiğinde, Raskolnikov haklı çıkmanın gururu ile gülüyordu. Bay Luzbin kız kardeşi çok aşağılamış, onların fakir bir aile olduğunu değerlendirerek fazla istekte bulununca evden kovulmuştu. Hemen ardından Raskolnikov “elveda” diyerek evden ayrıldı. İnanamıyordum. Annesi oğlunun bu tavırla doğrusu ağlamaktan başka yapacak bir şeyleri yoktu. Raskolnikov melankolik halde evi terk ederken her nasılsa arkadaşı Razumihin’e onları emanet etmeyi de ihmal etmemişti.
Bay Marmeledov’un cenazesi için evine gittiğinde Sonya’da oradaydı Sonya’ya karşı inanılmaz bir his içindeydi. Ailesi için Sonya’nın yaptığı fedakarlık onun gözlerini büyülemişti. Birkaç gün boyunca Sonya’yı düşündü ve fırsat buldukça onunla konuşmaya çalışarak geçirdi vaktini.
Polis memuru porifiri Raskolnikov’un (Mihailovis adında genç biri cinayeti işlediğini itiraf etmiş olmasına rağmen) cinayet işlediğini biliyor ve onun psikolojik durumunu bildiği için, itiraf etmesi için onu sıkıştırıyor ama tutuklamayacağını söylüyordu. Cinayeti işlediğini Sonya’ya itiraf etmişti. Sonya’da Raskolnikov’a “gidip teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” istiyordu.
Sonuç olarak Raskolnikov vicdanının verdiği acıya dayanamayıp suçunu polise itiraf etti. 1.5 yıldır Sibirya’daydı Raskolnikov. Petersburg’da, Razumuhin ve kardeşi Dunya evlenmişlerdi. Mahkeme Raskolnikov’un iyi hali, parayı kullanmadığı, daha önceki yaşamında verimli bir üniversite öğrenimi yaptığı, fedakar kişiliği ve kendi kendine teslim olmasından dolayı, çok az bir cezayla 8 yıl kürek mahkumiyetine çarptırıldı. Raskolnikov’u Sonya her gün ziyaret ediyordu. Sibirya da ailesi ile sürekli mektuplaşan Sonya, Razumuhin ve Dunya’nın tek haber kaynağıydı. Raskolnikov,Sonya’nın sevgisi ile hayata bağlandı ve geleceğin planlarını beraber hayal etmeye başladılar.

Sofie'nin Dünyası, Jostein Gaarder

Sofie Amundersen okuldan eve dönerken bahçe kapısını açmadan önce posta kutusuna bakar. Posta kutusunda birçok zarfla birlikte kendisine bir zarf olduğunu görür. Üstünde kendi adını görür. Üstünde pul bile yapıstırılı değildir. İçinde küçük bir kâğıt çıkar. Tek bir soru vardır. Kimsin sen?
Bir bilse! Sofie Amundersen. Peki ama kimdi bu Sofie Amundersen iste bunu doğru anlamış değildi.
Kim olduğunu bilmemesi komik değil miydi? Kendi görünüşünü bilmemek biraz fazla kaçmıyor muydu? Arkadaşlarını seçebilirdi ama kendisini seçmemişti. Hatta insan olmaya bile karar verememişti.
İnsan neydi peki? Şimdi dünyadayım dedi kendi kendine. Ölümden sonra bir hayat var mıydı? Var oluşunu ne kadar düşünürse düşünsün hemen yaşamın sonu olduğu geliveriyordu aklına. Bunun tam terside geçerliydi. Bir gün yok olacağını kuvvetle hissederse yaşamın nasıl sonsuz bir değere sahip olduğunu da asıl o zaman anlıyordu. Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü.
İnsan öleceğini fark etmiyorsa var oluşunu da yaşayamaz. Bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız.
Sofie’nin ismine yazılı zarflar gelmeye devam ediyordu. Bunların kimden geldiği belli değildi. Başka bir zarftan bir soru daha çıkmıştı. Dünya nerden çıkmıştı? Bunu hiç kimse bilemez ki! Esrarengiz mektuplar Sofie’nin başını döndürmüştü. Canı sıkıldığında gittiği mağarasına gitti. Saklanmak istediğinde hep böyle yapardı. Dünyanın o muazzam uzaydaki küçük bir gezegen olduğunu Sofie’de biliyordu. Uzayda nereden çıkmıştı ki?
Tabi uzayın hep var olduğunu da düşünebilirdi. Nereden geldiği sorusuna cevap bulmakta gerekmezdi o zaman. Ama herhangi bir şeyin var olması mümkün müydü? Var olan her şeyin bir başlangıcı olmalıydı. Demek ki uzayda herhangi bir zamanda bir yerden çıkmıştı.
Okulda dünyayı tanrının yarattığını öğrenmişlerdi. Tanrı her şeyi yaratabilirdi, ama yaratıcı bir “Kendi “ olmadan önce kendini yaratamazdı! Öyle ise tek bir ihtimal vardı: Tanrı vardı.
Bundan sonra Sofie’ye kartpostallar gelmeye başlar. Damga da BM Taburu yazılıdır. Adresi okuyunca daha da çok şaşırır. “Hilde Moller Knag, Sofie Amundsen eliyle Kloverveien 3” adres doğruydu. Kart Hilde’ye yazılmıştı. 15’inci doğum gününü kutlamak için yazılmıştı, Ama Sofie bunun kendisi ile ilgisini anlayamamıştı.
Başka bir gün büyük bir zarf bulur. Zarfta kendi ismi yazılıdır. Zarfın öbür yüzünde şöyle yazılıdır. “Felsefe Kursu” büyük bir özen göstermek gerek. Sofie hemen mağarasına girer zarfı açar hemen okumaya başlar. Felsefe nedir, felseyeye yaklaşmanın en iyi yolu felsefi sorular sormaktır. “Dünya nasıl yaratıldı, olup bitenin arkasında bir irade var mı? Ölümden sonra bir hayat var mıdır?’’ Felsefede sorular sormak onlara cevap bulmak daha kolaydır. Buna rağmen her sorunun bir cevabı vardır.
Sofie bu şekilde bir felsefe kursuna başlar. Mektupla Alberto Knox tarafından gelmektedir. İyi bir filozof olmak için gereksindiğimiz tek şey hayret etme yeteneğimizdir. Filozoflar için dünya kavranamaz bir şey, sırlarla dolu bir bulmacadır.
Sofie aldığı mektuplarla allak bullak olmuştur. Annesi de bunu fark etmiştir. Mektupların aşk mektubu olduğunu sanmıştır.
İlk olarak Doğa Filozoflarına değinmişti. İlk Yunan Filozlarının çalışmaları doğadaki değişikliklerin ardında yatan ilk maddeye dayanan sorularla ilgiliydi.
“Her şey akar” demişti Herakleitos. Buna karşılık Parmenides hiçbir şey değişmez demişti. Empedokles’e göre doğada dört ilk madde vardı; Toprak, hava, ateş ve su. Thales’e göre her şeyin kökeni sudur. Anaksagoras’a göre doğa gözle görülemeyen çok küçük parçalardan oluşmuştur.
Sofie tanımadığı felsefe öğretmeninden gelen mektupları saklıyordu. Atom kuramını ortaya atanda Demokritos’tu.
Sofie felsefe öğretmenini çok merak ediyordu. Mektupları Hermes adlı bir köpek getiriyordu. Öğretmeni çok yakında tanışacaklarını yazıyordu.
Sokrates insanların doğru kavrayışı “Doğurmasına “ yardımcı olmayı görev bilmiştir. Gerçek bilgi kişinin kendi içinden gelmek zorundadır. Gerçek kavrayış budur. Sokrat rasyonalistti. İnsanın içindeki vicdanın tanrısal bir ses olduğunu ve neyin doğru olduğunu bildirdiğini söylemişti. Doğru bilginin doğru davranışa yol açacağını söylemişti.
Platon’u ilgilendiren bir yandan hiç değişmeyen kalıcı şeylerle, diğer yandan sürekli akan şeyler arasında ilişkiydi. Platon hem dünyada hem doğada hem de ahlak ve toplumda değişmez olanla ilgileniyordu. Platon doğadaki tüm görüntüleri ebedi biçimlerin ya da fikirlerin gölgelerinden ibaret sayıyordu.
Sofie’nin felsefe öğretmeni ormanda gölün kıyısında bir kulübede kalmaktadır. Burası binbaşının kulübesidir. Sofie bu kulübeyi kimse yokken ziyaret eder. Kulübede Hilde’ye yazılmış birçok kartpostal vardır. Bunların aynısından kendisine de gelmiştir. Sihirli bir ayna görür kulübede. Aynada gördüğü Sofie kendisine göz kırpmaktadır. Sofie oldukça korkmuştur. Kulübeden çıkmak üzere iken kendi adına bir zarf görür. Zarfı alarak kulübeden çıkar. Hem çok şaşırmış hem de korkmuştur.
Sofie felsefe kursuna devam ediyordu. Sıra Aristoteles’e gelmişti. Aristoteles en yüksek derecedeki gerçeğin duyularla algılanan ya da duyumsanan şeyler olduğundan emindi. Önce duyulardan var olmayan hiçbir şeyin bilinçte de var olamayacağını vurgulamıştır.
Helenizmin en belirgin özelliği çeşitli kültürler arasındaki sınırların ortadan kalkmasıydı. Kinikler’e göre ‘’gerçek mutluluğun maddi lüks, politik, iktidar ve sağlık gibi dış şeylere bağlı değildir ve gerçek mutluluğa herkes ulaşabilir.’’ Epikuros ta ‘’ölüm bizi ilgilendirmez, var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur ölüm geldiği anda biz yokuz.’’ demiştir.
Sofie esrarengiz bir şekilde kartpostal almaya devam ediyordu. Kartpostallar hep 15 Haziran tarihliydi ve Hilde’nin doğum gününü kutluyordu. Bu notlar bazen açılmamış bir muzun kabuğunun içinde bazen bir uçağın arkasına açılmış pankartta bazen de mutfak camına yapıştırılmış kartpostallarla geliyordu. Sofie her şeyin nasıl bir bağlantı içinde olduğunu anlayamıyordu. Acaba Hilde Sofie’yi tanıyor muydu?
Sofie öğretmeniyle ilk kez Meryem Ana Kilisesinde buluşur. Öğretmeni Alberto, burada Ortaçağdan bahseder. Ortaçağda ilk üniversiteler kurulmuştur. Çeşitli uluslar çıkmıştır. Bizans ortaçağı ve Roma ortaçağ Katolik şeklinde ayrıydı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu da eskiden Roma İmparatorluğuna dâhildi. Ama ortaçağda yeni bir kültür gelişti. Bu bölgede Arapça konuşulan İslam kültürü tüm ortaçağ boyunca matematik, kimya, astronomi, tıp gibi bilim dallarında öncü rolü oynadılar. Bugünkü Arap sayılarını kullandılar. İspanya’daki Müslümanlar Arap etkisini, Yunan ve Bizans da Yunan etkisini taşıdı ve sonra Rönesans başladı. Antik kültür yeniden doğdu. Yunan filozları ile kutsal kitaplar arasında nasıl bir ilişki vardı. Kutsal kitap ile akıl arasında çelişki söz konusu muydu, yoksa inanç ve bilgi uzlaşabilir miydi? Ortaçağ felsefesi bu sorular etrafında dönüyordu.
Rönesans’ta çok önemli üç buluş oldu: pusula, barut ve matbaa. Yeni silahlar Avrupayı Amerika ve Asya karşısında üstün kılmıştı. Kitap basımı da Rönesans hümanizmine özgü fikirlerin yayılabilmesi için gerekliydi. Pusula, deniz yolculuğunu kolaylaştırdı. Büyük keşif gezilerinde önemli rol oynadı.
Astronomide de, teleskop yepyeni olanaklar doğurmuştur. Barok döneminde birçok bakımdan gösteriş ve budalalık hâkimdi. Barok dönemi binaları bol kıvrık süslemelerle doluydu. Politika ise sinsice cinayetler düzenler ve entrikalarla yürütülürdü. Seakespare bir ayağı Rönesans ta bir ayağı barokta eser vermiştir.
Descartes, yeniçağ felsefesini kurmuştur. Öncelikle ilgilendiği konu, bilgimizin kesinliğiydi. İkinci konu ise bedenle ruh arasındaki ilişkiydi.
Spinoza’ya göre tanrı dünyayı bir kez yaratıp sonrada yarattığı şeyin başında duran biri değildir. Tanrı dünyanın kendisidir. Tanrı ile doğa arasında eşit işareti koyup Tanrı eşittir Doğa demiştir. Spinoza’ya göre insanın tutkuları, onu gerçek mutluluk ve uyuma ulaşmaktan alıkoymaktadır.
Sofie’nin annesi kızının garip davranışlarından dolayı endişeye kapılmıştır. Sofie annesine felsefe dersi aldığını anlatmış, ama esrarengiz kartpostallardan bahsetmemişti. Annesi felsefe öğretmeni Alberto’yla tanışmak istemekteydi. Sofie 15 inci yaş günü partisine öğretmeni Alberto’yu da davet edeceğini söyledi. Annesi buna çok sevindi.
Binbaşının Hilda”ya gönderdiği 15 inci yaş günün kutlama mesajları artmıştı. Alberto’nun köpeği helmes konuşarak doğum günün kutlu olsun Hilda demişti. Sofie adeta taş kesilmişti. Sofie bunu Alberto”ya anlatır. Öğretmeni yakında bütün bu bilmecenin çözüleceğini söyler.
Felsefe kursu devam etmekteydi. Hiçbir bilince sahip olamayacağınız görüşüne empirizm denir. Locke, insanların düşünce ve tasavvurlarının nereden geldiğini sorar. İkinci olarak da duyularımızın bize bildirdiği şeylere güvenip güvenmeyeceğimizin meselesiyle ilgilenir. Enpirizm’in ikinci filozofu Hume’dir. Hume’nin yapmak istediği, tek tek her tasavvuru inceleyerek onun gerçeklikte bulamayacağımız şekilde birleştirilmiş olup olmadığını sınamaktı. Şu soruyu soruyor Hume: Bu tasavvur hangi izlenimden kaynaklanır?
George Berkeley, İrlandalı bir piskopostu. Berkeley’e göre gördüğümüz ve hissettiğimiz her şey tanrının gücünün bir etkisidir. Çünkü tanrı her an bilincimizdedir ve sürekli karşı karşıya bulunduğumuz türlü çeşitli duyumların bizde yeniden var olmasını sağlar. Var olan her şeyin tek nedeni tanrıdır.
Hilde sabah uyandığında masasının üstünde bir paket bulur. Bu babasından gelen doğum günü hediyesidir. Hilde paketi açtığında bir klasörle karşılaşır. Babası Hilde için bir kitap yazmıştır. Kitabın adı da ‘’SOFİE’NİN DÜNYASI’’ dır.
Sofie ve öğretmeni Alberto bu kitap içinde geçen masal kahramanlarıdır. Albert Knag kızı Hilde’ye felsefe dersini bu kitap içinde vermek istemiştir. Sonunda Alberto ve Sofie masal kahramanı olduğunu anlamışlardır. Alberto bu masal dünyasından çıkabilmek için felsefe kursunu bitirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Sıra Fransız aydınlanma çağına gelmişti. Fransız aydınlanma çağından kısaca rasyonelizm diye bahsedilir. Doğa bilimi doğanın akla uygun bir şekilde kurulmuş olduğunu saptamıştı. Aydınlanma filozofları Ahlak, Etik ve Dini de hiç değişmeyen insan aklıyla uyumlu bir temele oturtmayı kendilerine bunun gibi görev edinmişlerdi.  Aydınlanma düşüncesi bu eylemin sonucudur. Aydınlanma çağında eğitime büyük önem verilmiştir. Pedoloji bilim olarak ortaya çıkmıştır.
İmmanuel Kant’a göre her şey nedensellik yasasına göre gerçekleşiyordu. Gerçek; özgürlük, arzu ve tutkuları aşabilmekte yatıyordu. Kant’a göre bir davranışı ahlaki açıdan doğru kabul etmek için doğru anlayışa bakmak gerekir, eylemin vardığı sonuca değil. Kant rasyonalistler ve ampiristler arasındaki çatışma sonucu felsefenin girdiği açmazdan bir çıkış yolu göstermeyi başarmıştır. Kant’la birlikte Romantik bir dönem başlamıştır. Romantizmin başta gelen erdemi tembelliktir. Bir romantiğin görevi kendini yaşama bırakmak ya da hayallere dalıp ondan uzaklaşmaktır. Gündelik meselelerle uğraşmak küçük burjuvaların işiydi. Romantik dönem, felsefe edebiyat, sanat, bilim ve müziği bir arada kapsayan dönemdi.
Romantik çağın filozoflarından George Wilhelm Friedrich Hegel romantik çağın filozofudur. Hegel bilginin üç aşamasını Tez, Antitez ve Sentez olarak adlandırmıştır. Hegel’de akıl dinamiktir. Gerçeklik karşıtlıklarla dolu olduğu için gerçekliğin betimlenmesi de çelişkiler içermek zorundadır.
Kierkegaard’a göre var oluşun üç biçimi olabilir. Estetik aşama, Etik aşama ve Dini aşamadır.
Karl Marx, toplumunda maddi ekonomik ve toplumsal ilişkileri altyapı olarak adlandırmıştır. Toplumdaki düşünüş tarzı, politik kurumlar, yasalar, din, ahlak, sanat ve bilime üst yapı deniyordu. Bir toplumda alt yapı ile üst yapı birbirini karşılıklı etkiler. Marx bunu reddetseydi bir mekanik materyalist olurdu ama alt yapı ile üst yapı arasındaki karşılıklı ilişkinin bir gerilim olduğunu fark ettiği için onun diyalekttik materyalist olduğu kabul edilir.
Darwin, ‘’Bir ve aynı türe ait bireyler arasında, sürekli görülen farklılıklar ve yüksek doğum oranları yeryüzündeki yaşamın gelişmesinin hammaddesini yada malzemesini oluşturur’’ demiştir. Var olmanın mücadelesindeki doğal seçim bu evrimin mekanizması yada itici gücüdür. Doğal seçilim her zaman en güçlü yada ortama en iyi uyum sağlamış olanların hayatta kalmasını sağlar. Darwin, insanın çıkışı adlı kitabında hayvanlar ve insanlar arasında büyük benzerliklere işaret ederek insanların ve insansal maymunların bir zamanlar aynı kökten çıktığını savunuyordu.
Freud’a göre, insan bilinci insan ruhunun ancak küçük bir bölümünü oluşturur. Bilincinde olduğumuz şeyler buzdağının görünen kısmıdır. Su yüzeyinin ya da bilinç eşiğinin altında bilinç altı ya da bilinç dışı yatmaktadır.
Yirminci yüzyılda önem kazanan diğer bir filozofta Friedrich Nietzsche’dir. Köle ahlakı olarak nitelediği Hıristiyan ahlakına karşı çıkıyordu. Tüm değerleri yeniden değerlendirme yolunda yaptığı çağrıdan söz edilir. Böylece güçlülerin yaşamını gelişmesi zayıflar tarafından engellenmemiş olacaktı. Bu dünyaya sadık kalın, dünya ötesine ait umutlar dağıtanlara kanmayın diyordu.
15 Haziran tarihi gittikçe yaklaşıyordu. Alberto ile Sofie girdikleri bir kitapçıda kendi kitaplarını gördüler. SOFİE”NİN DÜNYASI Alberto ve Sofie binbaşının kendilerine oynadığı oyundan rahatsız olurlar ve Hilde’den yardım isterler. Hilde’de babasına küçük bir oyun hazırlar. Babasının Lübnan’dan dönerken aktarma yapacağı havaalanında üç saat beklemesi gerekiyordur. Hilde teyzesinin de yardımıyla Havanalına küçük kartpostallar asar ve bu şekilde babasını yönlendirir. Binbaşı gözetlendiğini ve Hilde’nin havaalanında olduğunu düşünür. Ama kitap yazarken kendi de Sofie’ye böyle şaşırtıcı kartlar göndermiştir. İlk kez onların neler hissettiğini anlar.
Sofie 15’inci yaş günü partisinde annesiyle Alberto’yu tanıştırır. Partide garip olaylar olmaktadır. Bunu binbaşı yazmaktadır. Sofie ve Alberto binbaşının kurgusundan kaçmaya çalışırlar ve bunu başarırlar. Artık yüzyıllardan beri masal kahramanlarının bulunduğu bir âlemde yaşamaya başlarlar.
Binbaşı eve döndüğünde kızına kitabı ona felsefe tarihini öğretmek için yazdığını anlatır.

19 Kasım 2013 Salı

Destursuz Bağa Girenler, Orhan Şaik Gökyay

Orhan Şaik Gökyay’ın, yayımları uzun yıllara dağılmış olan yazılarını “Destursuz Bağa Girenler” adlı eserinde toplamış, bundaki maksadının da bir bölüğü pek aşırı olan yanlışlarını sergilemek değil, yüzyıllara serpilmiş olan ve türlü açılardan değer taşıyan kültür ürünlerimizin, gelişi güzel, çoğu kez çetin olan bir emeği göze almadan bugünün diline çevrilemeyeceğini ve okuyuculardan bu alanda çalışacakların dikkatini çekmek olduğunu vurgulamıştır.
        Yazarın kaleme aldığı eleştiri yazılarında gerek dönemin yazarlarını gerekse de eserlerini eleştirirken son derece ince bir üslup kullanmış ve tenkit sanatının tam olarak hakkını vermiştir diyebiliriz. Sayısı elliye yakın  olan bu yazılarının derlendiği kitapta, daha ön plana çıkan bazı yazılarını incelemeye çalışacağız.
        Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Namık Orkun’a ait “Oğuzlara Dair” eserini eleştirirken hakkında daha önce birçok eserin yazılmış olmasına rağmen bu kadar büyük bilgi birikiminin yeterince kullanılmadığını, alıntı yapılan kaynakların ise eserde belirtilmediğini, kelimelerin kökenini araştırırken bu konuda yazılmış kitaplarda bulunmasına rağmen yer verilmediğini, kitapta tek yeni olan şeyin ise Oğuz boylarının adını taşıyan yerlerin, Dahiliye Vekaleti’nin neşrettiği Köylerimiz isimli esere dayanarak tespit edilmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir.
        Yazar, “Bir Kemküm” adlı yazısında yine Hüseyin Namık Orkun’un kendisi hakkında yaptığı bir tenkit yazısına inceden inceye alay ederek karşılık vermektedir. Hüseyin Namık Orkun tenkit yazısında Orhan Şaik Gökyay’a ait “Dede Korkut”un daha önce İstanbul’da basılmış olan eseri sadece Latin harflerine çevirerek yazmış olmasından ibaret olduğunu iddia etmekte ve eserle ilgili birçok eleştiride bulunmaktadır. Buna karşılık Orhan Şaik: “Kısa cümleler yazınız, yoksa cümlenin ucunu kaybediyorsunuz; fiiller ile mef’uller birbirini tutmuyor. Gerçi siz farkında değilsiniz, fakat görüyorsunuz ki neşriyat aleminde ne yazdığını bilenler ve okuduğunu anlayanlar da var. Sonra bu yanlışları iddialı bir alime bağışlayacak kadar müsamahakar olanlar da pek yoktur.” şeklinde cevap vermektedir. Gökyay cevabında Orkun’un özellikle dil konusunda daha birçok  hatasını yüzüne vurmaktadır.
        Yazarın “Bir Hata ve Sevap Cetveli” başlıklı yazısında son yıllarda birçok eserin türediğini fakat bu eserlerin çoğunun ölen büyük şairlerin terekesinden bir türlü mirasa konarak neşriyat sahasını istila etmekte olduğunu ve yine bu eserlerin çoğunun seviyesiz, hazıra konarak ve emek harcanmadan oluşturulduğunu dile getirmektedir. Örneğin Sadi Irmak tarafından yeni harflerle bastırılan Makber’in bu sınıflandırmanın dışında tutarak, anlaşılması böyle zor bir eseri insanlara yeniden tanıtacağını ve duyuracağını düşünerek büyük bir sevinç ve ümitle karşıladığını, fakat eseri inceledikten sonra büyük bir hayal kırıklığına uğradığını belirtmekte hele ki lugatçeyi bitirdiğinde bunun Hamit’in Makber’i değil sadece kadavrası olabileceğini söylemekte ve eserde yer alan anlam bozukluklarından tutun yazım hatalarına kadar birçok yanlışlıklar olduğunu okuyucularla paylaşmaktadır.
        Divan edebiyatının en ateşli savunucularından biri olarak gördüğü Abdülbaki Gölpınarlı’nın yalnız divan edebiyatını değil bütün edebiyatımızı başından sonuna kötüleyen bir kitap çıkardığını ve bu kitabında Baki, Fuzuli, Nef’i, Nedim, Galip gibi şimdiye kadar isimleri ve büyük şairlikleri üzerinde mutabık olunanlar dışında Tanzimat devrinin Ziya Paşa, Namık Kemal, Hamid gibi yalnız şairlik yönünden değil, milleti uyandırmak için gördükleri daha nice hizmetlerle de vatansever olan isimleri de yersiz birtakım hükümlerle inkar ettiğini belirten yazar “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır” isimli yazısıyla Abdülbaki Gölpınarlı’yı eleştirmektedir.
        Dünya edebiyatında ayrı bir yer tutan Şehname, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi profesörlerinden Necati Lügal tarafından dilimize çevrilmiş ve Doçent Kemal Akyüz tarafından düzenlenmiştir. “Şehname ve Türkçe Tercümeleri” isimli yazıda bu tercümenin oldukça uzatıldığını ve her cildin sonuna konan açıklamaların yetersiz olduğunu belirtmektedir.
        Doç.Dr. Faruk K. Timurtaş’ın “Şeyhi’nin Hüsrev ü Şirin’i” adlı yayımladığı eser ile ilgili yazarın birtakım olumlu değerlendirmelerinin yanında bazı eleştirilerini de görmek mümkündür. Şöyle demektedir yazar: “Bu çalışmalar yerindedir; ancak böylesine ciddi çalışmalar yapıldıkça, birtakım basma kalıp ve kuşaktan kuşağa tekrarlanagelen yargılardan kurtularak edebiyat tarihimizin belli devirlerini ve kişilerini aydınlığa çıkarabiliriz.” demekte diğer taraftan: “Hüsrev ü Şirin’in yaklaşık üçtebirinin Nizami’den çeviri olduğunu görüyoruz; üçtebiri çeviri olan bir eserde müelliflik payı bir hayli azalmaktadır.” diyerek yazarı ve eserini eleştirmektedir.
        Yazar “Divanları Okurken” isimli yazısında Şair Necati’nin henüz yayımlamış olduğu karşılaştırmalı eseriyle ilgili olarak Önsöz’ün dilini ve bu dille yürütülen düşüncelerin tam olarak kavranamadığını, üslubunun ise geri kalmış bir üslup olduğunu söylemektedir. Ayrıca yazmaların künyelerini veren bölümde bu yazmalara hiç değinmediğini; doğrulukları, yanlışlıkları, eksiklikleri, okunaklı olup olmadıklarını belirtmediğini, tarihsiz nüshalar için de hiçbir bilgi vermediğini dile getirmektedir.
        “Çağrışımlar ve Ötesi…” isimli yazısında kendisine oldukça dikkatli ve bilgili bir okuyucu tarafından gönderilen ve yazarı ince bir üslupla eleştiren mektuba karşılık yine kendi üslubuyla verdiği cevap yeralmaktadır.
        Orhan Şaik “Düçentname” adlı yazısında kendisinin yazmış olduğu Dede Korkut kitabını eleştiren, başlangıçta ismini vermediği, fakat daha sonra anlaşıldığı kadarıyla Hamit Arslanlı’ya vermiş olduğu cevap yeralmaktadır. Yazar eleştirildiği her konuda Arslanlı’ya sivri bir dille yanıt vermektedir.
        Yazar “Türkçe Üzerine Konuşmak Yetkisi ve Sim Gümüş” adlı yazısında şu ifadelere yer vermektedir: “Eskiyi bilmeden, dilin bunca yüzyıllık gelişme yolundaki uğraklarını tanımadan, onun işlenmesi içinde değişip gelen anlamlarını gereği gibi kavramadan, cümle içindeki yerlerine göre kaç türlü ve kaç kavram için işimize yaradığını, kelime, deyim ya da terim olarak dilde aldığı yeri inceden inceye bilip araştırmadan, her istediğimize uygun, tutunma gücü olan karşılıkların hemen bulunabileceğini sanmıyoruz. Onun için başta yazarlarımız olmak üzere, kamuya sunduğumuz yeni kelimeler üzerinde enikonu düşünmek, tartışmak gerektiğini anlamak güç değildir. Nitekim bunların bir bölüğü “uydurma” olarak geri çevrilmekte ve benimsenmemektedir. Ancak yeni karşılıklar bulup öne sürerken olsun; dilin kendi kaynağında yaşayanları; halkın ağzından yahut yeni, eski metinlerden çıkarıp ortaya atarken olsun, bu yolda çalışanlardan direnerek istediğimiz özeni ve alın terini, bu çalışmaların karşısına dikilenlerden de istiyoruz. Oysa bir bölük azınlık, oturdukları yerden, bir sözlük açıp bakmayı, halkın konuşmasına kulak vermeyi gerekli görmeden, şöylece edindikleri yarım bilgilerine güvenerek, bu karşılıkları küçümsemekten, bu çabaları alaya almaktan geri durmamaktadırlar.”
        “Sırça Köşk” adlı yazısında yazar, Yılmaz Öztuna’nın ünlü tarihçi Kemal Paşaoğlu tarafından yazılan ve çevirisi Dr. Şerafettin Turan tarafından yapılan, Fatih çağının anlatıldığı Tevahir-i Ali Osman isimli eseri sadeleştirirken yapmış olduğu bir düzine hatadan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik “Beşik Uleması”nda Şemsettin Sami’ya ait olan Türkçe Sözlüğü; Kamus-ı Türki’sine eleştiri oklarını yöneltmekte ve bu sözlükteki hataları ortaya koymaktadır. Genelde kelimelerin kökenleri ile ilgili yapılan yanlışlıklara değinirken diğer yandan da yapılan imla hataları, yanlış okumalar, eksik ve yanlış açıklamalar ve uydurma kelimelere dikkat çekmektedir. Şöyle demektedir yazar: “Bu düzensizlikler ve yanlışların başlıca nedenlerinden biri, Kamus-ı Türki’yi yeni harflerle aktaranların, eski harflerden elif harfiyle başlayan kelimelerin bu harfin üzerine med denilen işaretin konduğu zamanki söylenişi ile medsiz olduğu zamanki söylenişleri arasındaki ayrımı bilmemelerinden doğuyor. Buna bir de Türkçede ve Farsçada bulunmayıp da yalnız Arapçada bulunan ayn harfiyle başlamış kelimeleri katarsak, yanlışların neden ortaya çıktığı anlaşılır. Çünkü onlar bu ayn harfini de tanımamakta, onunla başlayan kelimeleri bir türlü doğru okuyamamaktadırlar.”
        “Hümayun Müzesi” adlı yazıda yazar, Halil Ethem’in Elvah-ı Nakşiyye Koleksiyonu adlı kitabın bugünkü dile çevirisinde yaptığı hatalara değinmektedir. Orhan Şaik’e göre kültür hazinemizin değerleri olarak bu eserlerin, Eski Eserleri ve Anıtları Koruma Derneği’nin alanına giren ve göz bebeğimiz sayılan köprülerden, camilerden, türbelerden, sebillerden farklı olmadığını, tarih değeri olan yapıların bir taşı, bir tuğlası üzerine titrerken, bir sebilin kurumuş lülesini korumak için bunca özen gösterirken, onlarla aynı değerde olan kitaplarımıza da aynı önemin verilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
        Orhan Şaik; “Körün Bellediği Değnek: Neden, Nedeniyle, Neden Olmak” başlıklı yazısında bu üç kelimenin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmakta, bu kelimelerin yerine kullanılması gerekenlerin ise cümlenin anlamına göre “sebep, dolayısıyla, yüzünden, yol açmak” gibi kelimeler olduğunu vurgulamaktadır.
        Daha çok gemiciler için yazılmış olan Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı eserinin Deniz Harp Okulu ve Lisesinin 200. Kuruluş dönem yılını kutlamak üzere günümüz Türkçesine çevrilerek çıkarılan kitaba değinen yazar, kitabın Piri Reis’in bu ana yapıtıyla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, baştan başa yanlışlarla dolu olduğunu söylemektedir. Özellikle kitapta geçen özel yer adlarının karşılaştırılması için bir atlasın yer almadığını bunu tamamen okuyucuya bırakıldığını, bunun dışında yanlış okumadan kaynaklanan yanlış çevirilerin ve yer adlarının yazılışındaki eksik ve yanlışların olduğundan bahsetmektedir.
        Orhan Şaik, Dedem Korkut kitabı üzerinde, başta Türkçe olmak üzere bugüne değin türlü dillerde pek çok incelemelerin yapılmış, hikayelerin türlü yönlerden ele alınmış, ancak İngiliz dilinde bu konuya yeterince önem verilmemiş olduğunu belirtmektedir. Fakat yakın zamanda Birleşik Amerika ve İngiltere’de birbiri ardına çıkan iki çeviri hakkında Orhan Şaik şu yorumda bulunmaktadır: “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin biri tarihçi, biri İngiliz dili ve edebiyatı okuyan ve folklorcu iki Türk profesörü ile yine folklorcu olarak tanıdığımız Amerikalı bir profesörün koyduğu bu çevirinin, günümüze değin yapılan araştırmalar, yayımlanan incelemeler göz önünde tutulunca bir yenilik getirmese bile, kendinden önceki çalışmalardan yararlanılarak daha az eksik ve daha az yanlışla hazırlanmış olacağı ve bize bir güven verebileceği düşünülebilir. Ne var ki çeviriyi okuyup bitirdiğimiz zaman, bunun bağışlanamayacak denli yanlışlarla yüklü olduğunu görmekten üzülmüşüzdür. Kendi alanlarında yetkili saydığımız kimselerin, birbirlerini tarih, dil ve folklor yönünden üç yüzlü çevirilerinde, ufak tefekleri bir yana nasıl yapılabildiğini bir türlü anlayamadığımız yanlışlarla karşılaşmak hayal kırıklığına yol açmıştır.” Yazar yine bu çeviriler hakkında, böyle her bakımdan yüklü bir kitabın, bir destanın çevirisinde, yabancı bir dili bilmenin yetmeyeceğini, ondan çok ileride, bir destan dili konuşmak ve yazmanın da gerekli olduğunu, yoksa kitabın havasından çok şey yitirilmiş olacağını vurgulamaktadır.

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov

Selvi Boylum Al Yazmalım, Cengiz Aytmatov. Genç bir genç kız ile o civardaki bir ulaştırma merkezinde çalışan kamyon şoförü arasında geçen aşk anlatılmaktadır.

Yazar kitabın ilk bölümlerinde kendi ağzından hikayeyi aktarırken müteakip bölümlerde İlyas’ın ağzından sonraları da Baytemir’in ağzından hikayeyi kurgulamıştır. Eser, yazarın gazetecilik yaptığı yıllarda Narin’deyken Frunze’ye gitmek için çıktığı yolculukla başlamaktadır. Yazar Frunze’ye gitmekte olan otobüsü kaçırınca acele gitmesi gerektiği için yoldan geçen herhangi bir arabayla gitmek durumunda kalmıştır. Hemen benzin istasyonunda aracına benzin dolduran bir şoför görür ve ondan kendisini Frunze’ye götürmesini rica eder fakat şoför red eder. Şoförün reddederkenki tavırlarına- elini yüzüne sürmesi,derin derin iç çekmesi- anlam veremez. Şoför en fazla otuz yaşında genç bir adamdır. Şoför daha sonraları kendisine bu aşk hikayesini anlatacak olan İlyas’tır. Gazeteci daha sonraki bir zamanda görev için Güney Kırgızistan’ın Oş şehrine trenle giderken, kompartmanına yerleşme esnasında içerdeki camdan dışarıyı seyreden kişinin kendisini kamyonuna almayan İlyas olduğunu fark eder,şoför de onu tanımıştır. Birbirlerini hatırlarlar. Tanışmalarından sonraki ilk konuşmalarında şoför gazeteciden özür diler ve kendisini affettirmek için onu bir dahaki sefere nerede görürse kamyonuna alabileceğini söyler. İlyas gazeteciye,onu kamyonuna  almayışının sebebini aşağıdaki  hikayeye bağlamıştır.
İlyas askerden yeni dönmüş, en yakın arkadaşı Alibek’in yanında Tian-Şan’da bir ulaştırma merkezinde çalışmaya başlar. Daha sonra bir gün bir köye iş için gittiğinde Aysel’i görür. Aysel’i kamyonuna alır ve tanışırlar. İlk bakışta her ikisi de bir birlerine aşık olmuşlardır. Ancak bu tatlı rastlantının sonrasındaki buluşmaların olduğu dönemde Aysel ile evlenmek isteyen bir başkası daha vardır. Ve tanışmak hatta onu ailesinden istemek için evlerine gelmek üzeredirler. Annesinin düşüncesi ise kızını maddi imkanları iyi olan bu adaya vermekten yanadır. Annesi bu konuyu Aysel’e açar Aysel de çaresiz ama belli etmeyen tavırlarla konuyu İlyas’a aktarır. İlyas ise adeta yıkılır ancak ümidini kaybetmez ve buluşmaları yinede devam eder.
Kitapta geçen önemli unsurlardan olan ulaştırma merkezi ise şu şekilde anlatılmıştır. Burada Kadiça isimli genç bir kız çalışmaktadır. Kadiça İlyas’ı sevmekte ,şoförlerin görev planlamaları ile ilgili olarak İlyas’a kolaylıklar sağlamakta ve bundan karşılık beklemektedir. İlyas ise Kadiça’ya  zaman zaman karşılık vermektedir (bu tavır  Aysel’e aşık olduktan sonra değişecektir). Erkek çalışanlardan  Cantay ise İlyas ile iyi geçinmemekte , Kadiça’ya aşık olduğu için İlyas’ı kıskanmaktadır. Kadiça İlyas’ı odasına davet ettiği günlerden birinde karşılık bulamayınca İlyas’ın görev planlamasını onun istemediği Kolhoz’a yapar. İlyas Aysel’i düşünerek görevi kabul etmek zorunda kalır. Kadiça İlyas’ın bir bayan ile birlikte olduğunu ve onu sevdiğini anlar ve kıskançlığı sonucunda İlyas’ın görevini müteakip günlerde Sintzan’a yaptırır. İlyas’ın yerine Kolhoz’a artık Cantay gidecektir. İlyas bu duruma sinirlenir. Görücülerin beklendiği gün Aysel’i kaçırır. En iyi arkadaşı olan Alibek, İlyas’a kalacakları bir ev ayarlar. İlyas ile Aysel evlenir. Bir dönem sonra Samet adında bir oğulları dünyaya gelir. İlyas bir gün aracı ile ilgili yardım isteyen Baytemir Ake isimli yaşlı bir şahısa yardım eder ve onunla tanışır.
Evliliğin ilk dönemleri çok mutlu gitmektedir. Fakat daha sonra İlyas’ın iş yeri ile ilgili hırsı ve gururu yüzünden evinde mutsuzluk başlar. Bu huzursuzluğun kaynağında ise daha önce yaptığı gibi kamyonuna römork bağlayarak Tiyen-Şan bölgesinden geçebileceği iddiasını kanıtlamak istemesi, bunu başaramayınca da başta işyerindeki arkadaşları ve en yakın arkadaşı Alibek ile arasının açılması bulunmaktadır. Hatta bu iddianın sebep olduğu ,kendisine göre onurunun zedelenmesi ise onu işyerinden koparan başlıca sebeptir. İlyas ,Kadiça’nın da etkisiyle evinden iyice uzaklaşır. İlyas’a göre Kadiça kendisini anlayan ve seven tek kişidir. Aysel ise onu anlayamamaktadır. Zamanını Kadiça ile geçirmeye başlar. Aysel olanları hissetmekte ancak emin olamamaktadır. Bir gün işyerine gider ve Kadiça’dan ilişkisini itiraf etmesini ister. O da anlatır. Bunun üzerine Aysel oğlunu da alarak evi terk eder. İlyas ise eve döndüğünde Aysel’in evde olmadığını,evi terk etmiş olduğunu anlar Kadiça’ya durumu sorduğunda durumu Kadiça anlatır. Çaresizlik içinde dostu Alibek’e gider ama o yüzüne dahi bakamaz. Sonunda aklına Aysel’in köyü gelir ve annesinin yanına gider ancak orada da Aysel yoktur. Dönüşte köylünün taşlı tepkisiyle karşılaşır.
Zaten uzun dönemdir alkole olan bağımlılığı iyice had safhaya varmıştır. Kadiça’nın Anarhay’daki evinde yaşamaya başlar. Ancak hala Aysel’i unutamamaktadır. Kadiça ise bunun farkındadır ve istediği aşkın tüm bu yaşananlara rağmen karşılığını bulamadığını düşünür ve İlyas’ı terk ederek Kuzey Kazakistan’a gider. İlyas ise Aysel’i bulma ümidiyle tekrar annesinin köyüne gider. Aysel’in kardeşi İlyas’a ablasının evlendiğini söyler, İlyas yıkılır. Köyden dönerken yolda rastladığı asker arkadaşı ona tekrar eski iş yerinde çalışmayı teklif eder. İş yerinde,müdürün değişmesi, Cantay’ın gitmesi gibi birçok değişiklik İlyas’ı işyerinde yeniden başlamaya sevk eder. Ancak acısı hala devam etmektedir. Yine alkolün dozunu çok kaçırdığı günlerden birinde eve dönüş yolunda kaza yapar.
Kaderin çizdiği garip bir tesadüfle bir zamanlar yolda kalmış aracına yardım ettiği adam karşısına çıkmıştır. Baytemir de onu kurtarır ve evine götürür, yaralarını sarar. Yine bir garip tesadüf sonucu uzun bir dönemden beri bir türlü izini dahi bulamadığı aşkı olan Aysel’i görür. Aysel artık Baytemir ile evlidir. İlyas oğlu ve Aysel’e karşı yapmış olduğu hataların yarattığı pişmanlık duyguları ile onları gördüğünde kalbi sızlar. İlyas Baytemir’e olan minnettarlık duyguları ile evi ziyaret etmeye başlar. Fakat Baytemir’in hiçbirşeyden haberi yoktur. Ancak daha sonraları İlyas’ın Aysel’in eski kocası olduğunu anlar. Ama ne Aysel’e ne de İlyas’a bir şey söylemez. Aysel’in de İlyas’a karşı olan aşkının bitmediğini bilmekte ve kendisinin seçilmesini istemektedir. Bu yüzden Aysel’in  kendi kararını kendisinin vermesini istemektedir. İlyas ise hergün oğlunu Aysel’den ve Baytemir’den habersiz görmektedir.Ve bir gün Samet’i kaçırmaya karar verir. Fakat oğlunun seçimi Baytemir’den yanadır ve onu babası olarak sevmektedir, ondan ayrılmak istemez. Aysel de seçimini yeni kocasından yana yapar. Ve artık İlyas’a geri dönmeyeceğini belli eder, bu İlyas’ı yıkmıştır. Pamirler bölgesine yeni bir hayata başlamak üzere Aysel’e, Tiyen-Şan bölgesine veda ederek oradan ayrılır.                                                         

Mehmet Akif Ersoy, Safahat

Mehmet Akif Ersoy'un şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyâtın genel adıdır.
Birinci kitap, yalnız "Safahat" adını taşır. Müstakil ciltler hâlinde ve farklı zamanlarda basılmış olan kitaplar, Latin harfli baskılarından önce bir arada basılmamıştır. Yedi kitabın ilk altısının bütün baskıları İstanbul’da,  yedinci kitabınki ise Kahire’de yapılmıştır.
Safahat'ı teşkil eden yedi kitabın baskı tarihleri ile Mehmet Akif’in tashihinden geçen son baskılarına göre ihtiva ettikleri manzume ve mısraların sayısı şöyledir:
Safahat (1911, 1918, 1928 / 44 şiir, 3084 mısra), Süleymaniye Kürsüsünde (1912, I916, 1918 / Tek şiir, 1002 mısra), Hakkın Sesleri (1913, 1918, I928 / 10 şiir, 482 mısra), Fatih Kürsüsünde (1414 üç baskı, 1924 / Tek şiir, 1692 mısra), Hâtıralar (1917, 1918, I928 / 10 şiir, 1314 mısra), Asım 1924, 1928 / Tek şiir, 2242 mısra),  Gölgeler (1933 / 41 Şiir , 1374 mısra).
"Safahat", "safhalar, devreler, dönemler" ve biraz geniş bir mânâlandırma ile "görünüşler, manzaralar" demek olan bu kelime, önce, birinci Safahat'ta bulunan yirmi iki manzumeye, dergi¬deki neşirleri sırasında genel başlık olan "Safahât-ı Hayattan" ter¬kibinde kuIlanılmıştı. Fatih Câmi’i, Hasta, Küfe... gibi "Hayattan Manzaralar” ihtiva eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde, "Safahat" adı verilmesinin sebebi budur.
Safahat'ı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni İle yazılmıştır. Şiirlerin uzunluğu bir kıt'adan, 2292 mısraya (Asım) kadar değişmektedir.
Mehmet Akif, şiirleri üzerinde, yeni baskıları yapıldığı sırada bâzı tashihlerde bulunmuştur. Bu düzeltmelerin, daha çok, kitapların son baskıları sırasında yapıldığı görülmektedir. Son bas¬kıları 1928'de olan kitaplarda bu tashihler daha çoktur. “Asım" ve "Gölgeler"de mevcut şiirlerin son zamanlarda yazılmış olanları¬nın lisanlarında görülen sadeleşme gibi, Mehmet Akif'in eski yaz¬dıklarını da sadeleştirmek istediği anlaşılmaktadır.
BİRİNCİ KİTAP: SAFAHAT
Bu manzumelerde beşerî ve içtîmâî dert ve meseleler ele alınır, okuyucunun dikkati çekilerek, bunları düşün¬mesi, üzülmesi ve neticede, çare araması istenir. Fakirlik, hastalık, acizlikle beraber, yardım, iyilik ve ümidin de yolu gösterilir. Cahil¬lik ve istibdat ile meyhane ve kahvehane nefret uyandıracak ayrın¬tılarıyla tasvir edilir. İnsan, aczi ve geçim sıkıntısı karşısındaki ça¬resizliği canlandırılırken, çalışmaya ve azme davet edilir.
Bu kitapta şâir, fakirlik, hastalık ve hürriyetsizlik karşısında duyduğu ızdırabı dile getirmekte, ancak henüz vatanın ve bütün milletin uğradığı bir felâket olmadığı için sesini yükseltmemekte¬dir. 1908'den sonra gelen "hürriyet" beklediği gibi çıkmamakla be¬raber, daha ümidini kesmemiş görünmekte veya sıkıntısını henüz dışarıya vurmamaktadır. Yalnız, Mart 1910'da çıkan ve cemiyetteki bozukluğu ifade eden "Köse İmam" şiiri, Akif in bundan sonraki kitaplarda görülecek olan üslûbunu haber veren bir manzumedir.
İKİNCİ KİTAP: SÜLEYMANİYE KÜRSÜSÜNDE
Gelen "hürriyetin” beklendiği gibi memleketi kurtarama¬yacağı, çünkü yanlış anlaşıldığı ve doğrusunu anlamaya da -önce aydınlar olmak üzere- hazır olunmadığını görmüştür. Başta gazete¬ler, herkes birbirine sövüp karalamakta, partiler ve ırkçılık cereyan¬ları milleti parçalamaktadır. Aydınlar  millî olan her şeyi bırakıp Avrupa'nın izinden gitmeyi istemekte, halk ise faydalı da olsa bü¬tün yeniliklere karşı çıkmaktadır. Aydınlar dini yanlış anlayıp orta¬dan kaldırmaya çalışırken, halk da dinin aslını bırakıp hurafelerle oyalanmaktadır.
Mehmed Akif, dostu Abdürreşid İbrahim Efendinin ağzından, Süleymaniye Camiinde verilmiş bir va'az şeklinde, bütün bu yanlışları ve bu hâl devam ederse milletin başına gelecek felâketleri sayar. Önce, bütün İslâm âlemini dolaştığını söyleyerek Rusya, Türkistan ve Hindistan'ı son¬ra da Japonya'yı anlatan, buralardaki halkın iyi ve kötü hallarını tasvir eden vaiz, 1908'de Kanûn-i Esâsi’nin ilân edildiğini duyun¬ca, sevinerek İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'u, daha önceki gelişinde gördüğünün aksine uyanmış ve çalışır bir halde bulmayı bekler¬ken, hayal kırıklığına uğramıştır. Bütün bunları anlatan ve tasvir eden şair, sözlerini, bu halden kurtulmak İçin tutulması gereken yolu göstererek biti¬recektir.
ÜÇÜNCÜ KİTAP: HAKKIN SESLERİ
Mehmet Akif’in  Süleymaniye Kürsüsünde haber verdiği kötü akibet gelip çatmıştır. Balkan Harbi (8 Ekim 1912-30 Mayıs 1913) patlak vermiş; Parti ve kavmiyet kavgaları yüzünden birbiri¬ne yardım etmeyen ordu birlikleri, müthiş şekilde bozularak kaç¬mış; birkaç sene öncesine kadar idare etmekte olduğumuz küçük Balkan devletlerine yenilmiştir.
93 Harbi'nden sonra ikinci defa Rumeli halkı -müslüman nüfusu azaltmak için- çocuk, kadın ayırt edilmeden katl edilmektedir. İstanbul yine "muhacir" dolmuştur. Edirne beş ay muhasarada, düşman gülleleri altında aç ve ölerek yaşamış, Selimiye Câmi'i topa tutulmuş ve Bulgarlar şehre girmiş¬tir.
Mehmet Akif, bu kitabı teşkil eden on şiirinde ızdıraptan çıldırmış gibidir:
Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün,
Ağzım kurusun yok musun ev adl-i İlâhî.
Irkçılığa karşı meşhur şiirini, Arnavut ayrılıkçılarına karşı yazar:
"Hani ey kavm-i esâret-zede muhtâriyyet?"
Fakat bütün felâketlerin, cehaletten, kötülüklere mâni ol¬mayı bırakmaktan ve tembellikten ileri geldiğini görerek, yine îtidâle döner.
DÖRDÜNCÜ KİTAP: FATİH KÜRSÜSÜNDE
Eser, Haziran 1913-Temmuz 1914 tarihleri arasında yayın¬lanmıştır. "İki Arkadaş Fâtih Yolunda" ve "Vaiz Kürsüde" başlıklı iki bölümden meydana gelir.
322 mısralık birinci bölüm, Galata Köprüsünde vapurdan inen iki arkadaşın, Fâtih Câmi'ıne kadar olan yol boyunca, konuş¬malarıdır. Bu sırada pek çok cemiyet ve kültür meselesi, nükteli bir üslûpla dile getirilmiştir.
İkinci bölümdeki vaizin konuşması, Akif’in Balkan Harbi günlerinde bu câminin kürsüsündeki konuşmasına benzer. Gökte ve yerde her şey çalışmak¬tadır. Küçük bir parçanın vazifesini yapmaması, kâinatın  altüst ol¬masına sebep olur. Netice:
"Bekayı  hak tanıyan sa'yi bir vazife bi¬lir;
 Çalış, çalış ki, bekaa sa'y olursa hakkedilir"
İnsanlar da aynı kanuna tâbidir: İşte çalışkan Garp, yere göğe hükmediyor ve işte tembel Şark miskinlik içinde... Sonunda leşini bir çukura atacaklar...
"Ecdat da böyle miydi" diyerek mazideki büyüklükleri anan vaiz, milleti bu hâle getiren "kötülükleri, "kader" ve "tefekkürün” yanlış anlaşılmasına ve buna sebep olan cehalete bağlar.
Bütün bu hâllerin sebebi cehalettir ve İlkokullar açarak cehaletin giderilmesine başlanmalıdır. Bu bilgisizlik yüzünden birtakım câhiller, dinde içtihada kalkışmakta, ırkçılık taassubu yapılmakta, müslümanlar birbirinin felâketinden habersiz, hissiz ve yabancıla¬rın elinde esir yaşamaktadır.
Milleti, hiç bir şeye aldırmayan avam, her şeyden ümidi kesmiş bedbinler, Batının rezillikleri peşinde dolaşan züppeler ve eğlenceden başka bir şey düşünmeyen sefihler olarak dörde ayıran vâiz, eğlence düşkünlerine "Alın eğlenin!" diyerek, birkaç "sahne" gösterir.
Bunlar, üzerine Bulgar bayrağı çekilmiş Edirne kalesi, Me¬riç'le Tunca'nın üstünde yüzen ceset kümeleri, aylarca kandan kıpkızıl akan Arda ve Gümülcine'de süngülerle karnı deşilen, alnı¬na haç çizilen müslümanlardır.
Sahneler, üzerinde sarhoşların tepindiği Kosova şehitliği, Vardar'da boğulan masumlar, kandan kızaran Selanik ovası, ceset¬ler, cesetler ve cesetlerle devam eder.
BEŞİNCİ KİTAP: HATIRALAR
Balkan Harbi'nin hemen arkasından gelen Birinci Cihan Harbi felâketleri, Mehmet Akif’e yine "Hakkın Sesleri'ndeki gibi şiirler yazdırır.
Kitabın büyük kısmını 698 mısralık "Berlin Hâtıraları" teşkil eder. 1914 yılı sonu ve 1915 başlarında Berlin'de bulunan Mehmet Akif, oradaki müşâhade ve tefekkürlerinin neticesi olarak mühim bir fikir eseri olan bu manzumeyi yazmıştır.
Eserin giriş kısmında, Berlin'de arkadaşıyla beraber bir kahveye giden şâir, kahvede karşılarındaki masada oturan, oğulları savaşta öl¬müş bir Alman ailesinin ızdirâbı, bilhassa annenin tavrı, şâire İslâm diyarlarındaki acılı kadınları hatırlatır.
Kendi zihninde, hayâlen konuş¬maya dalan şâir, İslâm dünyasının şimdiye kadar Batılılardan çek¬tiklerini, zulmün müslümanlara karşı olunca makbul sayıldığını anlattıktan sonra, Alman cemiyetinin yükseliş sebeplerini, burada ruh ile maddenin, din ile dünyanın elele yürüdüğünü tesbit ederek, bunun tam aksi olan bizim durumumuzu düşünür. Bu arada maa¬rif sistemimiz, gençlerin hayattan uzak ve tüketici olarak yetişmele¬ri, eski edebiyatın milleti uyuşturduğu, yeni edebiyatın ise ahlâksız¬lık yaydığı, neticede İngiliz'in aramıza soktuğu ırkçılık da buna ek¬lenince müslümanların parçalandığı ve düşmanın donanmasıyla Çanakkale'ye dayandığı anlatılır... Zihnî konuşmasının burasına gelen şâir birden uyanarak, cereyan etmekte olan savaşın aleyhimize neticelenmiş olması kor¬kusuyla, Boğaz'da çarpışan gâzilere dayanmaları için seslenir:
"Huda rızâsı için ey mücâhidîn-i kiram!"
Eser, Çanakkale gazilerinin Akif’e hitabı ile biter:
"Kork¬ma, cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz..."
Hatıraların son parçası 204 mısralık "Necid Çöllerinden Medine'ye" şiiridir.
ALTINCI KİTAP: ASIM
2292 mısralık bu manzume, Mehmet Akif’in üzerinde en fazla çalıştığı eseridir. Eser baştan sona kadar konuşma şeklindedir. Konuşanlar Köse İmam ve Hocazâde (Akif) ile Köse İmam'ın oğlu Asım 'dır.
"Köse îmanı" tipi, Mehmet Akif’in eserlerinde yaşattığı en önemli ideal kahramanıdır. "Asım", ondan sonra gelir. Daha doğ¬rusu, bu ikisi, Akif in idealindeki aynı şahsın, yaşlı ve genç hâlini temsil ederler.
Şâir, Asım'ın ruh ve beden yapısına, ahlâkına, bilgisine, mertliğine ve heyecanına hayrandır. Köse İmam ise, yanılmaz irfan ve basiretin temsilcisidir. İnsanın zih¬ninde, gönlünde fırtınalar kopabilir, ama cemiyet, "Asım’ın yum¬ruğu değil, Köse İmam'ın  itidali ve gösterdiği ilim ve kanun yoluyla ıslah edilecektir. Eser İki bölümde incelenebilir:
1. Köse İmam'la Hocazâde'nîn konuşmaları: Eserin büyük kısmını teşkil eder. Burada, yakın çevreden başlanarak hemen bü¬tün beşerî ve içtimaî mesele ve dertler münakaşa edilir. Her ikisi de dindar, hürriyetçi ve yenilik taraftarı olmakla beraber, Köse İmam, daha muhafazakâr ve tenkitçi, Hocazâde ise biraz daha ye¬nilikçi ve müsamahakârdır. Hocazâde, yaşlı Köse İmam'a karşı yeni nesilleri müdafaa eder. Bu ikisinin nüktelerle dolu münakaşala¬rı ve atışmaları sayesinde; eskilerin ve yenilerin hata ve sevapları ortaya dökülür.
Köse İmam'ın "ahlâk bozukluğu içindeki bu halk ile, bu memleketi, kimin kurtaracağı" sorusuna, Hocazâde'nin "Asım'ın nesli!" cevabı, konuşmaları Asım ve nesli üzerine çevirir. Bundan şüphesi olan Köse İmam'a karşı "Asım'ın neslinin meziyetlerini ve gösterdiği kahramanlıkları sayan Hocazâde, genç nesli öven heye¬canlı hitabesini "Çanakkale Şehitleri" şiiriyle bitirir:
Şu boğaz harbi nedir, var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların, yükleniyor dördü beşi

Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,

Yaralanmış tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid'i...
Bedr'in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi...

Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
"Gömelim gel seni tarihe!" desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyyetler eder istiab.

"Bu, taşındır" diyerek Kabe'yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle,
Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;
Yedi kandilli Süreyya'yı uzatsam oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanı Salahaddin'i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki islamı kuşatmış, doğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki; a'şara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.

2. Hocazâde ile Asim'ın konuşmaları: Bu bölümde Hoca¬zâde, Asım'a cemiyetimizin neden geri kaldığını ve bir cemiyeti yükselten âmilleri anlattıktan sonra, bugün kendisinden beklene¬nin yumruk kullanmak değil, ilim tahsil etmek olduğunu söyler. Maddî gelişmeler tek başına toplumu mutlu kılmaz; fakat maddî güce sahip olmayan milletler de ahlâk ve faziletlerini koruyamaz¬lar. O halde, Batı'ya ezilmemek, şimdi olduğu gibi onun maddî gücüne boyun eğerek, manen de sefalete düşmemek için, onların bulunduğu seviyeye yükselmek, elde etmeye çalıştıkları "atom" il¬mini müslüman milletler adına öğrenmek lâzımdır... Eser, Akif’in sözünü dinleyen Asım'ın arkadaşlarıyla birlikte Almanya'ya tahsil¬lerini tamamlamak üzere gitmeye razı olmasıyla sona ermektedir.
YEDİNCİ KİTAP: GÖLGELER
İlk şiirler, "Hakkın Sesleri"ndekilere benzer. Ge¬ce, Hicran, Secde  şâirin, birinci Safahat'taki bâzı şiirlerde görü¬len, manevî iç dünyasının ve gönül âleminin ortaya çıktı¬ğı şiirlerdir. Cemiyetin dertleri, savaşlar, felâketlerle uğraşan, inleyen Akif, gönlünün öz duygularını bu üç şiirinde açığa vurmuştur.
Bu kitabın ve Safahat külliyâtının en son şiiri ise 1933’te ya¬zılmış olan, 208 mısralık "San'atkâr”dır. Akif bu şiirinde, "Sanatkâr'ın ağzından, kendisinin hayal kırıklığı ve acılarla geçen ömrünü, duygu âlemini, İslâm dünyasının üzüntü ve ızdırapla dolu hayatını, çok tesirli bir lisanla, kaderine teslim olmuş ama acılı bir edâ ile dile getir¬miştir.

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar

Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın çocukluğundan 1918’e kadar yaşadığı dönemin hatıratıdır. Yazarın hatıralarının ikinci cildini oluşturan Türkün Ateşle İmtihanı isimli eser ise 1918 – 1923 yılları arasını kapsamaktadır.

        "İçimde mor salkımlı bir ev var, Beşiktaş taraflarında idi. Çocukluğum o evde geçti. Gittim, aradım, bulamadım, yanmış... Onu yazacağım." Halide Edip

    Mor Salkımlı Ev ilk olarak 1955 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde hatırat olarak yayımlanmıştır. Eser 1963 yılında kitap olarak basılmıştır. Halide Edip’in İngilizce hatıratında bulunan fakat Mor Salkımlı Ev baskılarında yer almayan epilog bölümü de bilahare tercüme edilerek eserin sonuna eklenmiştir.
    Yazarın anıları çocukluk yıllarından 1918 yılına kadar olan dönemde ve çoğunlukla İstanbul’da geçmektedir. Yazarın sabit bir yaşamı yoktur. İstanbul’un çeşitli semtlerinde çok sayıda ev değiştirerek yaşamış, bununla da yetinmeyip Anadolu’nun farklı şehirlerinde ve Mısır, İngiltere ve Arabistan gibi yabancı memleketlerde hayatını geçirmiştir.
    Yazar küçükken yaşadıklarının her anını hatırladığını belirterek kitaba başlamaktadır.
İlk hatırladığı Beşiktaşta’ki Mor Salkımlı Ev ve annesidir. Küçük Halide’nin annesi ile ilgili anıları pek fazla değildir. Çünkü yazar annesini küçük yaşta kaybetmiştir. Annesinin ölümüyle ilgili hatırladığı en belirgin imge cenazesinde gördüğü safran rengi örtüdür. Bu yüzden hayatındaki korkularında ve nefretlerinde hep safran rengi vardır. Annesinin ölümünden sonra babası Edip Bey tekrar evlenmiş ve Halide ile birlikte başka bir eve taşınmıştır. Edip Bey sarayda memur olarak çalışmaktadır. Evin diğer efradı Rasim Dadı ve Ali Lala’dır. Yazar kendisine kötü davranan Rasim Dadı’yı sevmemektedir. Rasim Dadı ve Ali Lala bu durumun ailenin kulağına gitmesinden ve işlerinden olmaktan korktukları için Halide’ye baskı yapmaktadır. Bir gün işi ileriye götürüp Halide’yi döverken büyükannesi olanları görür ve ikisini de evden attırır. Öksüz Halide rahat bir nefes almıştır. Annesinin vefatı küçük Halide’yi sessizleştirmiştir. Onun ölümünden sonra en sevdiği iş, babasının atının üstünde saraya gidişini izlemektir. Babasına ayrı bir muhabbet beslemekte, belki de onu anne yerine koymaktadır. Bir gün aniden, nöbete kalan babasını görmek istemesi, ağlayıp sızlayarak evin seyislerine kendini saraya götürtmesi ve sonunda babasına ulaşması tatlı bir hatıra olarak anlatılmaktadır. Halide yeni annesiyle çabuk anlaşır ancak Mor Salkımlı Ev’e olan özlemi dinmemektedir. Bu sırada geçirdiği ağır bir hastalıktan sonra doktorlar ailenin Mor Salkımlı Ev’e dönmesini tavsiye ederler.
    Mor Salkımlı Ev’e dönüş Halide’nin okuma iştahını kabartmış, babası da beş yaşını bitirince bir öğretmen tutmuştur. Mor Salkımlı Ev’deki ikinci perde Halide için güzel çocukluk hatıraları ile doludur. Mektebe ilk gidişini, babasından işittiği ilk azarı, en iyi arkadaşı Şayeste ile geçirdiği bayramları, bayramda kesilen hayvanlar için beslediği merhamet duygusunu ayrıntıları ile hatırlamaktadır. Mor Salkımlı Ev’de geçirilen bu saadetli zamanlarda Halide’nin Nilüfer adında bir de kardeşi dünyaya gelmiştir. Ancak hayat bazı yenilikleri getirdiği gibi bazı alışılmışları da alıp götürmektedir. Halide çok sevdiği dayısı ve büyükbabasını aynı hafta içinde toprağa vermiştir. Haminne olarak tanıdığı büyükannesi evladını ve eşini kaybettiği bu evde daha fazla durmak istememektedir. Artık Mor Salkımlı Ev’den taşınma vaktidir. Edip Bey ailesini Üsküdar’a taşımaya karar vermiştir.
    Yazar, Üsküdar’da okumuş ve güngörmüş bir delikanlı olan Eğinli Ahmet ile tanışmıştır. Ahmet, Türk Halk Edebiyatı’nı çok sevmekte ve bu konudaki merak ve birikimini sıklıkla Halide ile paylaşmaktadır. Dindar bir Mevlevi olan haminnesi ile Avrupa hayranı babasının atmosferinde yetişen yazar, o şartlarda Türk Edebiyatının ruhunu kavrayabilmişse bunu Eğinli Ahmet’e borçludur. Bu arada Halide’nin ikinci kardeşi Nigar dünyaya gelmiştir. Bir süre sonra da babası, daha önce de Haminneyle yaşayan Saraylı Teyzeyi ikinci eş olarak almıştır. Bu evlilikten sonra evde büyük bir huzursuzluk başlamıştır. İki üvey anne birbirleriyle anlaşamamıştır. Edip Bey, çaresiz, Halide’nin “abla” olarak hitap ettiği birinci eşini çocuklarıyla birlikte Mor Salkımlı Ev’e geri göndermiştir. Haminne, Halide ve diğerleri de İcadiye'de başka bir eve taşınmışlardır. Halide bu evdeyken Amerikan Koleji'ne başlamış; ancak yaşı tutmadığı için öğretmenlerin telkini ile bir sene sonra okuldan ayrılmıştır.
     Halide’nin koleji bırakmasından sonra, Edip Bey ailesini tekrar taşımıştır. Fakat bu sefer Halide’yi yanında götürmemiş ve Mor Salkımlı Ev’e göndermiştir. Halide'yi orada kendisine tahsis edilen iki oda ve Reşe adında Habeşli bir halayık beklemektedir. Babasının evi dekore ederek kendisiyle ilgilendiğini hissettirmesi yazarı duygulandırmıştır. Yine de Halide çok sevdiği Mor Salkımlı Ev’den eskisi gibi zevk alamamaktadır.
    Mor Salkımlı Ev’deki bu üçüncü dönemde, yazar kendini geliştirmek için uygun ortam ve zaman bulmuştur. Halide çok yönlü okumaktadır. Aldığı Arapça dersleri sayesinde okuduğu sureleri anlamakta ve bundan haz almaktadır. İlgi alanı Şark ilimleri ile mahdut değildir. Bir İngiliz Hoca’dan aldığı dersler de çok ilgisini çekmiş ve Batı ilimlerindeki bilgilerini geliştirmiştir.
    Daha sonra Saraylı Teyze’nin bir oğlu olması üzerine, bütün aile Sultantepesi'nde yeni bir eve taşınmıştır. Mor Salkımlı Ev’deki maceralar bir kez daha son bulmuştur. Halide bu evdeyken onbeş yaşına geldiğinde yatılı olarak tekrar Amerikan Koleji'ne başlamıştır. Halide’nin yaşı genç olmasına rağmen, küçüklüğünden beri olgun insanlarla ve yaşlılarla içli dışlı olduğu için onlar gibi düşünebilmektedir. Üvey annelerin, halayıkların ve taşınmaların arasında diğer gençlerin yaşadığı türden bir gençlik yaşayamamıştır.
    İkinci kolej hayatı genç Halide için çok faydalı olmuştur. Kolejdeki gayrimüslim hoca ve öğrencilerle teşrikimesaisi arttıkça diğer dinlere olan merakını tatmin etmeye başlamıştır. Hatıratının bu bölümünde hocalarını detaylı olarak anlatmakta ve değerlendirmektedir. Halide’nin matematik haricindeki tüm derslerdeki başarısı örnek seviyededir. Sevmediği bu dersin hocası Salih Zeki Bey’den evlenme teklifi almış ve babasının muhalefetine rağmen kabul etmiştir. Yazar, Salih Zeki Bey ve Salih Zeki’nin önceki eşinden olan oğluyla yaşamaya başlarlar. Halide Hanım üvey oğlu ile mutlu bir hayat sürmekte ve anne olmak istemektedir. Ancak anne olmak için yirmi yaşına kadar bekler ve yirmisinden sonra iki erkek çocuk sahibi olur: Ayetullah ve Zeki Hikmetullah.
    Salih Zeki Bey siyaseten aktif bir insandır. Bu yüzden de evleri sürekli gözetim altında bulundurulmaktadır. Çocuklarının doğumundan sonra İstanbul dışında bir eve taşınıp siyasetten uzaklaşmak istemişlerdir. Daha sonra tekrar İstanbul'a dönüp normal hayatlarına devam ederken Sultan Abdülhamit’in kararıyla Birinci Meşrutiyet ilan edilmiştir. Meşrutiyetin ilanı toplum hayatında büyük bir tesir meydana getirmiştir. Yazarın çevresindeki insanların bir kısmı Meşrutiyeti alkışlarken bir kısmı da şiddetle muhalefet etmektedir. Halide Edib’in yazıya başlaması da Meşrutiyet sevincinin İstanbul halkını sarması ile olmuştur. Yazar ilk yazı tecrübesini “Tanin” gazetesinde edinmiştir. Meşrutiyeti müdafaa edici yazılar neşreden Halide Hanım, meşrutiyet muhaliflerinden çok sayıda tehdit almıştır. Kendisini çok korkutan bu tehditlerden yılmamıştır.  Tehditlerden dolayı önce evinden hiç çıkmamaya başlamış, sonra bildiği bir dergaha sığınmış en son olarak da çareyi Amerikan Koleji’ne sığınmakta bulmuştur. Halide Edip için saklanarak yaşamak büyük bir çiledir. Bardağı taşıran son damla olan 31 Mart Vak’ası’ndan sonra, bu sıkıntılardan kurtulmanın yolunu yurt dışına gitmekte bulmuştur. Yeni mesken Mısır’dır. Mısır’a çocuklarıyla giden yazar, bir dost vasıtasıyla otele yerleşmiştir.  O sırada etkili olan  kızamık salgınına çocuğu da kapılmıştır. Hastalık üzerine Salih Zeki Bey’i Mısır’a çağırmıştır. Kocası ile uzun süre düşünerek dostlarının bulunduğu İngiltere’ye gitmeye karar vermiştir. İngiltere’de eski dostu Miss Fry’ın yanına yerleşmiştir.
    Halide Edip, Meşrutiyet’e karşı ayaklanmalar bastırıldıktan sonra İstanbul’a dönmüştür. O sıralarda pedagoji üzerine yazmaktadır. Tifoya yakalanan çocuğuna bakarken yazdığı “Seviye Talip” adlı romanını da bastırmış ve çeşitli eğitim kurumlarından gelen iş tekliflerini değerlendirmiştir.
    Bu sırada, Avrupa ve Balkanlar’da Türk şehirleri işgal edilmektedir. Özellikle Bosna-Hersek’in işgali yazarı derinden yaralamıştır. Yazar ve arkadaşlarının girişimi ile Türkler Avusturya mallarını boykot etmişlerdir. Feslerin çoğu Avusturya’dan ithal olduğu için fes giyimi neredeyse sona ermiştir. Trablusgarp’ın işgaliyle de İtalyan malları ve makarna boykot edilmiştir. Bu türlü faaliyetlerin örgütlenmesinde bazen ön planda bazen perde arkasında bulunan yazar bu meşguliyetinin arasında acı bir olay yaşamıştır. Salih Zeki Bey ikinci bir kadınla evlenmek istemektedir. Halide Hanım bunu kabullenmemiş ve dokuz yıllık evliliğini üzülerek sona erdirmiştir.
    Yazar, Balkan Harbinde yaralıların tedavisi için çalışmıştır. Harp felaketle neticelenmiştir. İttihatçılar yapıcılığını kaybetmiş ve ülkeyi çöküşe götürmektedir.Yapılmaya çalışılan reformlar çoğu alanda fiyasko ile sonuçlanmıştır. Bu yenilik ve değişim gayretleri içinde, Halide Hanım da eğitim teşkilatında ilerlemiştir. Ancak Şükrü Bey’le anlaşamayıp istifa etmiştir. Tüm bunlar olurken Halide Edip’i derinden sarsan bir olay vuku bulmuştur.  Gittikçe ağırlaşan hastalıkları nedeniyle yatağa düşen Haminne on gün direndikten sonra vefat etmiştir. Halide Hanım üzüntüsünü içine gömmüş ve yakın çevresiyle birlikte belli kursları birleştirerek bir vakıf okulu kurmuştur. Bu okulda idareci ve eğitimcilik vazifelerini yüklenmiştir.
    Balkan Harbi’nin yaraları sarılmadan Birinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Savaşın acılarını yakından müşahede etme imkanı bulan Halide Edip, hatıratında millet için zaruri olmadığı sürece savaşa girilmemesi gerektiğini savunmuştur. Buna rağmen savaşa girilmiştir.
    Savaş devam ederken, Cemal Paşa, Halide Hanım’dan birkaç öğretmen arkadaşıyla beraber Arap Diyarı’na gitmesini, oradaki eğitim ve öğretim hakkında inceleme yapmasını, ve Lübnan, Şam ve Suriye’de okul açmasını istemiştir. Eserin ikinci bölümü bu diyarlarda geçen hatıralardan müteşekkildir. Yazar çölleri aşıp birçok Arap ve İsrail şehrine gitmiştir. Tetkiklerini müteakip bir rapor yazarak Türkiye’ye göndermiştir. Türkiye’den gelen cevapta çocukların bakımsızlıktan hastalandığı ve bitlendiği Ayin Tura adındaki bir yetimhaneye hoca olması istenmiştir. Halide Hanım hocalık yerine müfettiş olmayı tercih etmiştir. Yazılan raporlar sayesinde Arap Diyarı’nda bir çok yeni okul açılmış, eğitim alanında önemli adımlar atılmıştır. Halide Hanım, Arap Diyarı’ndaki rahibelerin barınabilmesi için bir tesis açılmasına da önayak olmuştur. Bütün bunlar olurken, Halide Hanım ile Doktor Adnan Adıvar ile Bursa’da evlenmiştir. Halide Edip ve beraberindeki ekip işleri yoluna koymak üzere iken okulun çevresinde savaş olabileceği haberi gelmiştir. Ancak Halide Hanım ve beraberindeki öğretmenler okullar tatil olmadan hiçbir sebeple burayı terk etmeyeceklerini ifade ederek okullarını bırakmamışlardır. Müteakiben, yazarın gayretiyle okul en kısa zamanda tatil edilmiş ve çocuklar Kızılay’a bırakılmıştır. Okul kapanırken yetimlerin hazırladığı ve oynadığı tiyatro yazarı çok sevindirmiştir. Bundan dolayı çocukları aktör olarak adlandırmaktadır. Okul kapandıktan sonra yazar ve arkadaşları İstanbul’a dönmüştür.
    Mondros Mütarekesi ile İttihatçıların devri nihayete ermiştir. İttihat ve Terakki’nin başarısızlıkları zillet,  başarıları ulviyet getirmiştir. Ancak artık Türkiye'de yeni bir dönem başlamaktadır. Aslında, Avrupa’nın en büyük destanlarından biri başlamaktadır. Bunun artık başka bir hikaye olarak yazılması gerekmektedir. Bu hikayeyi Halide Edib'in "Türkün Ateşle İmtihanı" kitabında okuyabilirsiniz.

Küçük Ağa, Tarık Buğra

Küçük Ağa, Tarık Buğra: Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü,heybetini kaybetmeye başlamış,isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür.Kitapta , bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak ,kurtuluş mücadelesinin bir bölümü ve İstanbul ile Kuva-i  Milliye ikilemi anlatılmaktadır.
1. Dünya Savaşı sonrası Akşehir’de durum:Dünya Savaşı resmen sona ermiş olmakla birlikte , Osmanlı Devleti üzerinde yarattığı etkiler tüm gücüyle devam emektedir.Savaş sonrası bir çok asker memleketlerine geri dönmüştür.Zayiatın büyüklüğü evlerine dönen erlerin çoğunun gazi oluşuyla daha da iyi anlaşılmıştır.Bu erlerden biri de Salih adlı Akşehirli bir askerdir.Memleketine döndüğünde kaybettiği kolunun acısıyla beraber , ülkenin durumunu daha acı bir şekilde anlayan Salih gittiğinden beri çok şeyin değiştiğini görür.Önceleri dost olarak yaşayan Rumlar ve kendi halkı şimdi birbirinden soğumuştur.Salih’in samimi arkadaşı olan Niko da bir Rum dur ve gelişmelerden o da etkilenmiştir.Yavaş yavaş Yunan ve İngiliz ordularının işgal haberleri gelmekte ve iki halkın birbirine olan düşmanlığı artmaktadır.Salih ise yüzyıllardır Osmanlı himayesinde rahatça yaşayan Rumların bu davranışını bir ihanet olarak görmekle beraber arkadaşı Niko’dan kopamamaktadır.Rumlarla olan dostluğu kasabalı tarafından fark edilir ve kasabalı Salih’i dışlar.Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur.Artık Osmanlı ve Padişaha olan güvenci de sarsılmıştır.Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olmuştur.Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih kendini namazdan niyazdan çekmiştir.Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır.
2. Hoca’nın gelişi ve Kuva-i Milliye-Hoca çatışması: Salih günler geçtikçe kendi kasabalısının tepkisini kazanmış ve artık istenilmeyen biri olmuştur.Bu sırada kasabaya İstanbullu Hoca adında bir hoca gönderilir.İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır.Hoca gerçekten de çok etkili bir insandır ve halkın büyük beğenisini ve takdirini kazanır.Vaazlarda cemaate Osmanlı padişah ve din lehinde düşüncelerini aktarmaktadır.Bu sırada memlekette Hoca’nın düşüncesine tam ters olmamakla birlikte , kurtuluş ümidi olabilecek bir örgüt kurulmaktadır.Kuva-i Milliye adı verilen bu örgüt Anadolu’da işgalleri önlemek ve İstanbul ve padişah yönetiminin boyunduruğundan kurtulmak için kurulmuştur.Fakat Kuva-i Milliye’nin işi çok güçtür.Memlekette işgallere karşı veya işgallerden yana bir çok örgüt vardır. Kuva-i  Milliye önce bu örgütleri kendi tarafına çekmeli veya bertaraf etmelidir.Hocanın vaazları da Kuva-i Milliye ilkelerine ters düşmektedir.Hoca her fırsatta padişaha bağlılıktan bahsetmektedir , Kuva-i Milliye ise padişahtan kurtulmak ,yeni bir yönetim kurmak amacını gütmektedir.İşte bütün bu ihtilaflar dolayısıyla Kuva-i Milliye yandaşları ve Hoca arasında bir elektriklenme ve zıtlaşma meydana gelir.Hoca ise halka kendini çok sevdirmiştir  çünkü her yönüyle iyi ve doğru bir insandır.Fakat Hoca da kendi içinde bir yandan yaptığı işin gerçekten doğru olup olmadığının sorgulamasını, padişaha olan güvencinin doğruluğunun şüphesini yoklamaktadır.Kuva-i Milliyecilerle Hoca arasındaki çatışma zamanla  iyice açık şeklini alır ve vaazlarda karşıt fikirler açıklanır.
3. Salih’in Kuva-i Milliye’ye katılışı ve Hoca’nın kaçışı: Olaylar gelişirken Salih ise unutulmuşluk ve terkedilmişlikten bir kaçış olarak Kuva-i Milliye’ye katılmaya verir.O’nu bu kararı vermeye zorlayan başka bir şey ise yakın arkadaşı Niko’nun da sonunda Osmanlıya karşı savaşta yer almasıdır.Salih bu ihanetin öcünün peşinden koşacak ve kurtuluş mücadelesinde büyük rol oynayacaktır. Kuva-i Milliye bir türlü hizaya gelmeyen Hoca hakkında ölüm emri çıkartır.Hoca evliliği ve çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Kuva-i Milliye ile arasında yaşanan kovalamacadan sağ kurtulur ve kendi başına yanına adam da alarak bir kasabaya sığınır. Kuva-i Milliye ise Hocayı kaçırdığı için üzgündür ve Salih’i O’nu bulmakla görevlendirir.Hoca ise şimdi hangi tarafta yer almak gerektiğinin hesabını yapmaktadır.Kuva-i Milliye ise her geçen gün başarı kazanmakta ve güçlenmektedir.Salih Hoca’yı bulur ve O’nu padişah hizmetinden vazgeçerek Kuva-i Milliye yararına çalışmaya ikna eder.Beraberce Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik Bey’in çetesine katılırlar. Çerkez Ethem ve kardeşleri milli mücadelede en büyük rollerden birini üstlenmiş ve gerek düşman işgallerine gerekse ayaklanmalara karşı başarılar sağlamışlardır.Fakat şimdi düzenli ordu ve İsmet Paşa’nın emri altına girmek söz konusu olunca Çerkez Ethem ve kardeşleri zıt bir tavır takınarak Kuva-i Milliye’ye ve Ankara’ya karşı isyan bayrağı açmıştır.Hoca ise bu yolun yanlış olduğuna inanır ve onları bu yoldan döndürmek için planlar kurar.Hoca’nın amacı Çerkez Ethem ve kardeşlerini Kuva-i Milliye’ye karşı cephe almaktan vazgeçirmek olmasa bile olası bir isyan halinde güçlerini zayıflatmaktır.Bu sırada Hoca Salih’ i haber edinmek için  Akşehir’e yollar.Akşehir’de ise Hoca öldü bilinmektedir.Oysa Hoca hayattadır ve yeni kimliği “Küçük Ağa” ile Kuva-i Milliye yararına çalışmaktadır.Hoca’nın Kuva-i Milliye yararına çalıştığı haberi Salih tarafından Akşehir’de sadece Kuva-i Milliyeci olan birkaç kişiye duyrulur ve memnuniyet yaratır. Başta Kuva-i Milliye hareketine büyük hizmet vermiş Doktor olmak üzere Kuva-i Milliyecilar Hoca’nın kendi saflarına katılışından büyük haz duyarlar.
4. Hocanın Ethem’e ihaneti ve Ankara’ya daveti: Hoca Ethem’in İsmet Paşa hizmetine girmemek için yapacağı en büyük saldırı olan Kütahya saldırısında O’na bir oyun oynayarak başarısızlığını sağlar ve Kuva-i Milliye’ye en büyük hizmetini vermiş olur. Ethem ise Yunanlılara sığınacaktır. Hoca ise bütün bu ihtiras ve gücü elinde bulundurma tutkusuna kapılan insanlardan nefret etmektedir.Artık savaş alanından başka bir cephede de mücadele verilmektedir , şimdi iktidar çekişmeleri büyük tehdit oluşturmaktadır. Hoca bunu acıyla farkeder. Ankara ise Hoca’nın başarılarından haberdardır ve kendisini Ankara’ya davet eder.Daveti kabul eden Hoca Ankara’nın durumunu yakından görür ve cephede savaşmanın , bu iktidar kavgasında yanlış düşünenlere ve  hainlere verilecek savaştan daha kolay olduğunu düşünür. Fevzi Paşa Hoca’ya yakınlık gösterir. Hoca bütün bu kişiliklerin önemini daha iyi anlamaktadır.Memleket zafere doğru gitmektedir ve bu noktada Ankara ve Melis’e büyük iş düşmektedir.Bu sırada Küçük Ağa yani İstanbullu Hoca Ankara'da kendisini Akşehir'den tanıyan ve bir zamanlar zıt fikirleri yüzünden tartıştığı Kuva-i Milliyeci Doktor ile buluşur. Doktor böyle saygıdeğer birinin kendi saflarına katılışından duyduğu mutluluğu Hoca’ya söyler ve asıl kimliğini bilenin sadece kendisi olduğunu , kendisi dışındakilerin O’nu Küçük Ağa diye tanıdıklarını anlatır.Hoca ise artık özlediği eşi ve çocuğunun özlemiyle yanmaktadır.
5. Hoca’nın Akşehir’e dönüşü ve Mehmet’i buluşu: Küçük Ağa Fevzi Paşa ile birlikte Akşehir’e gelir ve burada da tanınmadığını ve Küçük Ağa olarak bilindiğini görür.Eşi ve çocuğu hakkında bilgi alır ve çocuğunu bulur fakat eşinin durumu kötüdür. Eşine geldiğini haber eder fakat kadın ölmek üzeredir ve oğlunu Hoca’ya emanet ettiğini söylemekle kalır ve günler sonra da ölür. Hoca daha sonra Ankara’ya döner ve mücadeleye devam eder.