Ps3 Kırma

6 Ekim 2012 Cumartesi

Cumhuriyetin İlk On Beş Yılı,Orhan Koloğlu

Cumhuriyetin İlk On Beş Yılı,Orhan Koloğlu,Nisan 2002, İstanbul
Cumhuriyet’in İlk Onbeş yılındaki (1923 -1938 yıllarını kapsayan) olaylar.
Cumhuriyet’in İlk Onbeş Yılı adlı eser ile 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketlerinin hızı ve sonuçları tetkik edilmektedir. 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan, Ulu Önder Atatürk’ün çağdaş ve modern bir devlete geçişi nasıl başardığını ve bu geçişin sosyal, siyasal ve ekonomik yönlerini ve çağdaş dünya karşısındaki yerini değerlendirmeye çalışmaktadır. Asya’da birçok devletin -özellikle Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmış olan devletlerin- teokratik ve otokratik yapıdan demokratik bir yapıya geçişi neden başaramadıklarını tahlillerle ortaya koymaktadır. Hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını yerli ve yabancı yazarlardan alıntılarla analiz etmektedir.
1930’larda Türk mucizesinden; Avrupa’da bir Asyalı değil, Asya’da bir batılı olmak istemesinden; dünyada muhafazakârlığın bir örneği iken şimdi değişmenin simgesi olmasına kadar türlü övgüler Türkiye’ye yöneltilmiştir. Bu övgülerin sebepleri ise 1918’den 1935’e kadar olan sürede yapılan köklü reform ve yenileşme hareketleridir. Yazar kitabında bu on beş yıl içinde gerçekleştirilen devrim niteliğindeki yeniliklerin hangi şartlar altında yapıldığını, özellikle hilafet ve saltanatın kaldırılması ile yeni harflerin kabulünün ülke içinden ve dışından ne tür tepkilerle karşılandığını ilk ağızdan söylenen sözler ve yazılarla açıklamaktadır.
Türk İnkılâbı yalnız yabancı boyunduruğundan kurtulmak için yapılmamıştır. Başta Atatürk olmak üzere kitleleri çeşitli hurafe ve batıl itikatlardan kurtarmak için yoğun mücadele verilmiştir. Lozan’ı izleyen 15 yıl içinde Türkiye siyasi ve iktisadi istikrarı ve askeri gücü ile Avrupa’da aranan bir ortak olmuş, İkinci dünya savaşı sonrasında oluşan değişik dünyaya, petrol zenginliği olmadığı halde, diğer İslam toplumlarından çok farklı ve şüphesiz avantajlı bir yapıyla girmiştir.
Batı tarzında bir devletin kurulabilmesi için her şeyden önce yeni bir hayat tarzını yerleştirmek, sonra da, bunu yeni bir hukuk düzeniyle korumak gerekmiştir. TBMM’nin toplantılarında alınacak bazı kararlarda İslam dünyasından gelecek tepkilerin daha o zamanlardan dile getirilmiş olması Türk devrimlerinin kendine özgü karakteri ve her topluma uymayacağının habercisidir. 75 yıl öncesinin (ilk basım tarihinden itibaren) aktarılan tartışmaları, çağdaşlaşmamızın frenlenmesi yolunda en çok kullanılan aracın dinsel öğeler olduğunu göstermektedir. Türk toplumunu geri götürmek için en kestirme yolun oradan geçtiği değerlendirilmektedir. Çağdaşlaşmayı aksatmanın en büyük güvencesi cumhuriyet olduğundan bir saldırı yoğunluğu da ona yönelik olarak yürütülmektedir.
Kemalist hareket 1919’dan itibaren Jön Türklerden İttihatçı düşünce ve kadroları devralırken, bunlara olan tepkileri devralmaktaydı. Uzun süre İttihatçılıkla Kemalizm’in aynı şey olmadığının kavranılamaması devrimlerin önünde duran engellerden biriydi. Özellikle Osmanlı devletinden ayrılmış henüz devlet olma bilincini geliştirememiş Arap devletleri bundan faydalanmaya çalışıyorlardı. Bunun sebebi ise bütün Arap devletlerinde ulusun egemenliği değil, sömürgecilerin çizgisini izleyecek kadroların iktidara getirilmesiydi.
Kurtuluş Savaşının başarılmasının en büyük sebebi hareketin bir ulus hareketi haline getirilmesidir. Çünkü Osmanlıcılık ve İslamcılık hareketlerinin Trablusgarp savaşında ve Balkan savaşında ne derece etkisiz olduğu ve duygusal bir boyutu aşamadığı görülmüştür. Arapların sadakatinin iyice zayıfladığı, özellikle İngilizlerin vaatleri doğrultusunda Türkleri hedef alan faaliyetlerde bulundukları aşikârdır. Türkler dışında diğer İslam toplumlarındaki egemenlik anlayışı çok farklı gelişmiş ve bütünlük arz etmemiştir. Türklerin orta doğudan çıkmasından sonra modern anlamda bağımsız herhangi bir devlet kurulamamış aksine karışıklıklar devamlı artmıştır.
Başkalarını yönetemeyecek kadar kötü olduğu için Sevr antlaşmasıyla tasfiye edildiği bildirilen Osmanlı Devletine İstanbul’la beraber orta ve Kuzey Anadolu’da küçükte olsa bir yer verilirken, bağımsızlıkları için ayaklanan Arapların hiç birine bunun layık görülmemiş olması şaşırtıcıdır. Manda ve himaye kabul edilmeyerek bağımsızlık mücadelesi kazanılır ve bu mücadelede en büyük yardım Bolşeviklerden ve daha sonrada Hint Müslümanlarından gelir. Türkler zafer kazanmaya başladıktan sonra hilafet için Mısırdan gönderilen para nüfuslarının ellide birini oluşturan Yunanlıların kendi ordularına gönderdiklerinden daha az olduğu dikkat çekicidir. Zafer sonucu sultan Vahdettin’in hilafet rolünü sürdürmek istemesi ve Mustafa Kemal’i Anadolu’ya kendisinin göndermediğini, esasen milli mücadelenin hiçbir öneminin olmadığını söylemesi, Vahdettin’in kendi halkından kopukluğunun en belirgin işaretidir.
Türk Meclisinin saltanatı 1 Kasım 1922’de lağıv edip, halifenin sultanlık sıfatını ortadan kaldırmasının ardından Vahdettin İngiliz işgal kuvvetlerine sığınmıştır. Bu andan itibaren Osmanlıyı devamlı olarak topraklarından atmayı düşünen, en büyük düşmanları olarak gören emperyalist güçler Hilafetçi kesilmiş ve İslam dininin savunucusu olarak hareket etmişlerdir. Lozan barış görüşmelerinde Lord Curzon’u çileden çıkaran üç kavram vardır: Hâkimiyet-i Milliye, İstiklal ve Egemenliktir. Bunlardan birincisi iktidarın bütün ulusun elinde olmasını, ikincisi siyasi, üçüncüsü ise iktisadi bağımsızlığı ifade etmektedir. İttihatçıların Dünya savaşı nedeniyle Avrupalıların baskı yapamayacağını hesap ederek, Osmanlı topraklarındaki kapitülasyonları 1 Ağustos 1914’te tek taraflı kaldırmasına kadar ülkenin nasıl sömürüldüğü heyet tarafından çok iyi biliniyordu ve Kemalist hükümetin kurulmasıyla aynı karar alındı kapitülasyonların uygulanması durduruldu. Ankara hükümetinin 1922 Eylül’ünde İzmir’e girer girmez ilk icraatlarından biri gümrüklere el koymak ve buradaki yabancı memurların işlerine son vermek oldu. Daha sonraki yıllarda İran ve Mısır’da kapitülasyonların kaldırılması ile ilgili mücadele verdiler.
Hilafeti lağveden 3 Mart 1924 tarihli yasanın yanı sıra Şeriye Vekâletinin kaldırılması ve Tevhidi Tedrisat kararlarının alınması bu alanda kesin adımı oluşturur. 1924 Anayasa değişikliğinde devlet dininin İslam olduğu aynen muhafaza edildiyse de 10 Nisan 1928 değişikliğinde ikinci maddedeki bu kayıt kaldırılır. 1937’de laikliğin anayasaya ilke olarak girmesiyle en son şekle ulaşılır. Devam eden yıllar boyunca da laiklik her zaman iç ve diş mihraklar tarafından bir din sömürüsü olarak kullanılmıştır. Bunlara örnek olarak Şeyh Sait ayaklanmasını İslam’ı reddeden Kemalistlere karşı çıkış diye sunanlar olmuşsa da pek çok yayın organı “Musul için İngilizler tarafından ve İngilizlerin maddi desteğiyle” düzenlendiğini ileri sürmüşlerdir.
Yakup Kadri o günlerde “Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir devlette, halkçı bir hükümete sahip olduğuna göre dili de halk dili olmalıdır.” diyerek Kemalistlerde egemen olan anlayışı dile getirmiştir. 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde İslam dünyasında basım evleri yaygınlaşırken elle yapılan dizginin zorluğu (Latin alfabesinde 80-90 gözlü harf kasası yeterken Arap alfabesinde 400-600 göz gerekiyordu.) yeni Türk harflerine geçişte önemli bir nedeni oluşturmuştur. Latin alfabesi önce Arnavutluk’ta sonra Azerbaycan’da sonrada 1 Kasım 1928’de kabul edilen yasa ile 1 Aralık 1928’den itibaren Türkiye Cumhuriyetinde bütün özel yayınların yeni harflerle olacağı kararı alınmıştır. Uygulama tahminlerin aksine 15-20 yıl değil bir iki yıl içinde gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu uygulamaya yurt içinden ve dışından değişik gruplardan tepkiler gelmiş ve olay devamlı din ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
Arap dünyasının hatası, dilin ve harflerin insan icadı ve sürekli evrim geçiren sosyal bir oluşum olduğunu unutup onlara kutsallık atfetmek olmuştur. Kuran’ın değişmezliği dil ve harflere de yayılınca çözümsüzlükte gündeme gelmiştir. Halkın belli kesiminin diğerlerinden farklı, anlaşılamayan bir dil kullanması fikir tartışmalarının belirmesini ve ufukların açılmasını engellemiştir. Savaş sırasında halkın katkısını arttırmak için hutbeler Türkçe okunmuş ve sorun olmamıştır. Halkın anlamadığı bir dilde ibadet etmesi nedeniyle 1925 Şubat’ında TBMM’de Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi konusu gelince İslam dünyasında hassasiyet bir hayli arttı fakat tepkilerden etkilenilmeden aynı politikaya devam edilmiştir. Ard arda çıkarılan ve hukuk sistemini bütünleyen kanunlarla çağdaş ve modern pozitif hukuk anlayışı bütün kurum ve kurallarıyla uygulanmaya başlanmıştır. Eski ve geçerliliğini yitirmiş dinsel hukuk sistemi, devlet sisteminden tamamen uzaklaştırılarak çağdaş ve modern, devlet ve toplum yapısının temeli atılmıştır.    Eğitim ve kültür alanında yapılan inkılâplarla, evrensel değerleri benimsemiş, aklı ve bilimi temel hareket noktası olarak alan, Atatürk milliyetçiliği’ne bağlı, vatandaş olma bilincine erişmiş, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmiş, çağdaş ve modern bir insan tipi ve toplum oluşturmak amaçlanmıştır. Toplumların her birinin özgün koşulları sebebi ile her milletin Türk devrimlerini aynen uygulaması beklenemez ancak, hemen her devletin Türk devrimlerinden alacağı bir ders bulunmakta olduğunu çoğu düşünür ifade etmiştir.
Türkiye’nin Kemalizm’e oradan çoğulcu demokrasiye erişmesi diğerlerinde eksik olan, yüz yılı aşan kesintisiz bir sürecin sonucudur. Dinine bakmadan bütün insanların eşitliği, halkın yönetime katılması ve kontrolü, dini siyasi gücün üstüne çıkarmamak, ne olursa olsun çağdaşlaşmaktan vazgeçmemek, bakışı ileriye yöneltmek anlayışları Kemalizm’le en doğru şeklini bulmuştur. Bu devamlılık nedeniyledir ki İslamcı hareket Türk toplumunda kökten dinci bir hüviyet taşımamıştır. Günümüzde Türkiye’deki kökten dinci eğilimler ithal ve özentidir.

27 Haziran 2012 Çarşamba

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Nuri Conker - M. Kemal Atatürk, Piyade Okul Komutanlığı, 1981, Ankara
Askerlik mesleği ve subaylığa dair.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün yazıp yayınladığı kitapların kalınlık yönünden en ufaklarından biri olan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır.
Kitap, Erkanı Harbiye Binbaşısı Mehmet Nuri Bey (Nuri CONKER)’in Balkan Savaşları sonunda 1’inci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya gelmesinden oluşan “Zabit ve Kumandan” isimli eserine, Bulgaristan’daki Türk Ataşemiliteri Kur.Yb. Mustafa Kemal’in 1914 yılında verdiği cevabıdır.
Balkan savaşı ile 1’inci Dünya Savaşı öncesindeki durumu içeren her iki eser de, tek bir kitap halinde birleştirilmiş olarak bulunmaktadır. ATATÜRK’ün yazdığı kitabı özetleyebilmek için öncelikle Nuri CONKER’in ne yazdığını bilmek gerekir.

1’İNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN (NURİ CONKER)
(1)    BİRİNCİ BÖLÜM: GİRİŞ
Kitabın giriş bölümünde;
(a)    Harp tarihinin askerlere tecrübe kazandırdığı,
(b)    Harp oyunları ve tatbikatların savaşın birer taklidi olduğu, asıl tecrübenin savaşla kazanıldığı,
(c)    Birçok komutanın savaşı bizzat yaşayarak tecrübe kazandığı,
(ç)  Alman ordusunun bu tecrübeyi kazanmak için savaşı bile göze aldığı,
(d)    Savaşın savaşta öğrenildiği,
(e)    Ülke ve orduların savaşa her an hazır olması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Silah sistemlerinin çoğalması ve gelişmesi, öğrenilecek bilgilerin çokluğunu gerektirdiğinden bahsedilmektedir.
Ordunun Balkan yenilgisi üzerinde durulmakta ve nedenleri araştırılmaktadır.
İnsan faktörü vurgulanarak; maddi güç sayılan ilim ve teknikle ilgili bilgilerin, seçkin insan nitelikleri ve fedakârlık gibi nitelikler olmadığı sürece başarıya ulaşmada yeterli olmayacağı üzerinde durulmaktadır.
Kitapta bir subayın zafere ulaşabilmesi için, kesinlikle edinilmesi gereken nitelik ve ilmi görüş, askeri karakter ve öneriler ile askeri üstünlükler ve yiğitliklerden söz edilmektedir.
Ayrıca bir subayın en çok görmeye, işitmeye ve düşünmeye zorunlu olduğu yerde, moral gücünü beslemeye yardımcı olacak nokta ve nitelikleri araştırması ve değerlendirmesi anlatılmaktadır.
Özellikle subay ruh ve yüreği ile subay karakterinin, askerlik sanatı açısından en önemli ve üstün vasıfların aynası olduğu vurgulanmıştır.
Nuri CONKER kitabında, kendilerinin yetiştirilmesindeki yanlışlıkları da eleştirmekten geri kalmamıştır. Kendi ağzıyla şöyle demektedir:
“Ne yalan söyleyeyim, biz piyade talimnamesinin ikinci bölümü olan muharebe kısmını üç yıllık harp okulu öğreniminin son aylarında birkaç derste her öğrenci ikişer üçer madde olmak üzere, bir okuma kitabı gibi okumuştuk. Hemen bütün öğretim ve eğitim süresince yalnız birinci bölümü öğrenmeye, uygulamaya bağlı kalmıştık. Oysa bu ilk bölüm daha çok erin ve belki en küçük tam askeri birliklerin savaşa hazırlanmasına ilişkindi. Subayın, subay olarak yetişmesini, subayın asıl görevlerini, savaşın subaydan istediği ruh ve ilmi güç ve niteliği temelde ikinci bölümü kapsıyordu. Hele subaya ruhi ve ilmi talimat veren Savaş Hizmetleri Tüzüğü’nün başındaki giriş bölümünü hiç okumamıştık. Bu kitaptan okuduğumuz ilk ders savaş düzenleri ve askerlerin bölümleri idi. Oysa bu girişin her bölümü başlı başına bir ders olabilecek genişlikte ve önemdeydi.”
CONKER, canını hiçe sayma ve fedakarlık duygusu ile ilgili olarak, Piyade Talimnamesi ve Süvari Talimnamesi’nin çeşitli bölümleri ile Topçu Talimnamesi’nde yazan ifadelere yer verdikten sonra, bu maddelerin gelişigüzel okunup geçilmemesini istiyor ve şöyle devam ediyor:  “Kılıç kuşanan, forma taşıyan, subayım diye ortaya çıkan, hükümetin birçok harcamalarla donattığı, anaların 20–30 yaşlarındaki en işe yarar evlatlarını arkasına alarak namus, din ve devleti korumak üzere savaşa giden bizler, subaylar, maddeleri, her şeyden önce, bu maddeleri, çok, pek çok kere sürekli okumalıyız. Okumalıyız ki, savaşın bizden istediği görevin biçimi ve yapısını gerçek anlamıyla tanıyalım.”
CONKER subaylığı, canını ve öz varlığını vermeyi kesinlikle göze almış olmak şeklinde ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Askerlik bizim geçimimizi sağlayan bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi öteki sanat sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başımızla da yapıyoruz. Gerekirse kanımızı da akıtırız. Subaylık, başarı kazanmak için korkusuz ve canını hiçe sayarak çekinmeksizin savaşabilmektir. Bizim vazifelerimiz arasında ölüm de vardır. Fakat görev yaparken, ölüm asla düşünülmeyecektir.”
Subaylığın diğer sanat ve görev sahipleri ile karşılaştırılamayacağını söyleyen yazar, subayların görevlerinin barışta ağır hava ve arazi şartlarında, savaşta ise ağır şartlarda ve düşman ateşi karşısında geçtiğini ifade etmektedir. Genç bir teğmenin görevi uğruna akıtacağı kanın, maaşının karşılığı olduğunu hiçbir akıl sahibinin kabul olamayacağını vurgulayan yazar dökülen kanla ilgili olarak şöyle devam etmektedir: “Bu kan para ile ölçülmek durumundan çok yüksek bir duygunun vatan ve milletin kullanılması gibi, kutsal bir duyguların yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır.”

(2) İKİNCİ BÖLÜM: SUBAYLARIN, ERLERİN KALPLERİNİ VE GÜVENLERİNİ KAZANMALARI VE MORAL GÜÇLERİNİ DESTEKLEMELERİ
İkinci bölümde Nuri CONKER; subayların;
(a)    Erleri kendi çocukları gibi görerek onları tanımaları lazım geldiğinden,
(b)    Disiplinin ordunun temeli olduğundan,
(c)    Her askerin amir ve üstlerinin isteklerine uygun iş yapmasının uygun olacağından,
(ç)    Subayların erleri eğitirken anlayışlı olmaları gerektiğinden,
(d)    Silahın yurdumuza gözünü diken düşmanın bertaraf edilmesinde en etkili araç olduğu için iyi öğretilmesi gerektiğinden,
(e)    Birliklerde yapılacak törenlerin askerleri olumlu yönde motive edeceğinden,
(f)    Birlik sancaklarının kutsallığından ve manevi değerinden bahsederek askerlerle kendilerini yöneten subayların birbirlerine çok yakın olmaları ve birbirlerini tanımalarının lüzumundan söz etmektedir.
Nuri CONKER ilk önce disiplinle ilgili olarak; “Askeri disiplin ordunun temeli ve başarının birinci şartı olduğundan, her halde tam bir sertlikle kurulmalı ve sürdürülmelidir. Barışta, çoğu zaman gayret göstererek kıtalarda sağlanamayıp yalnız görünüşte elde edinilmiş olan disiplin, savaşın tehlikeli anlarında ve beklenmeyen olaylar karşısında verimsiz ve faydasız kalır.” diyerek askerlik mesleğinde disiplinin önemini belirtmektedir. Ancak, “Üstler, astlarının, her durum ve anda koruyucusu ve gözeticisi, şefkatli ve elinden tutucusu, dayanacağı kişiler olmalıdır.” diyerek subayla er arasında sıkı ve yakın bir ilişkinin kurulması gerektiğini de vurgulamaktadır.
Bu kapsamda, erleri tanımanın özellikle bölük komutanları ile teğmenlerin görevi olduğunu, erlerin yemeğinden yatağına, ailesinden temizliğine, yani her tutumuna ve davranışına bakmak ve gerektiğinde öğüt vererek onu aydınlatmanın ve düzeltmenin subaylar tarafından yapılmasını istemektedir.

(3) ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: TAARRUZ FİKRİ
Nuri CONKER bu bölüme; “Savaş demek taarruz demektir. Savaşın bir teknik ve askerlik sanatı olarak tanınması yalnız taarruz uygulaması ile olmuştur. Savaştan yarar ve sonuç almak da ancak taarruza yönelik hareket etmekle olur. Taarruz eden veya hiç olmazsa bu düşünceyi aklında tutarak fırsat çıkınca taarruza girişen daima kazanır. Savunma olumsuzdur. Bunun en büyük yararı olsa da kaybetmemek olur. Fakat bu da geçicidir. Savaşta gaye ise, düşmanı yok etmek ve çökertmektir ki bu da yalnız taarruz etmekle olur.” şeklinde bir giriş yaparak öncelikle taarruzun önemini vurgulanmıştır.
Savunmanın ise orduyu, düşmanın irade ve isteğine boyun eğmeye zorlayacağını ifade ederek, ordunun taarruz ordusu olması ve savunmanın savaş şekillerinden çıkartılarak ordunun bir savaş yöntemi olarak yalnız taarruzu tanıması gerektiğini yazmıştır.
“Ordunun her türlü çalışma ve hazırlığı, taarruz etmek hedef ve amacına yönelik olmalıdır.” diyen yazar, daha sonra tarihten bu konuda örnekler vermiş ve taarruz ruhuna ve eğitimine yönelik talimnamelerde geçen ifadeleri aktarmıştır. 
Her muharebeye başlangıçtan itibaren kesinlikle taarruzla başlanması gerektiğini ifade eden yazar, mevziin güç ve dayanıklılığından yararlanmak veya yeterli kuvvetin henüz toplanamamış olmasından dolayı muharebeye savunma ile başlanılmak zorunda kalınsa bile sonucun taarruzla alınacağı düşüncesinin akıldan çıkarılmamasını istemiştir.
Bölümün sonunda ise, “taarruz fikri, hiçbir zaman subay ve komutanın düşünceleri, (harita çalışmaları dahil) dışında kalmamalıdır” diyerek konuyu sonlandırmıştır.

(4) DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: KENDİLİĞİNDEN İŞGÖRME VE SORUMLULUĞU YÜKLENME
Bir subayın kendi kendine iş görmeye istekli ve tutkun olmasını en büyük vasıf olarak niteleyen yazar, bu özelliğin subayı yücelten, üstün kılan, belirleyen güven ve iftihar kaynağı olduğunu ifade etmektedir.
“Ordunun esenliği ve mutluluğu, komuta heyetinin bu yüksek vasfa fazlasıyla sahip olmasına bağlıdır. Ordu, görevini yerine getirirken mutlak yukardan emir beklemeyen amirler, subay ve subaylar heyetinin varlığına muhtaçtır. Her rütbedeki komutanlarda amaca ulaşmak konusunda ne kadar kendiliklerinden iş görme, bağımsız karar verme, düşünme ve iş yapmak, işe girişmek kudret ve alışkanlığı ve yatkınlığı olursa, ordunun çevikliği ve uygulaması o kadar yüksek olur.” diyerek subayların inisiyatif sahibi olmasının ordu için ne kadar şart olduğunu vurgulamaktadır.
Çeşitli talimnamelerden, sorumluluğu üzerine almaktan çekinme, rütbe sahiplerinin kendiliklerinden tedbir almaya alışmış olmaları, kendiliğinden iş görme, sorumluluk sevgisi ile ilgili maddeleri de aktaran yazar, her komutanın işte bu kendiliğinden iş görme vasfını elde etmek zorunda olduğunu ifade etmektedir.
Bu bölümde ilgi çeken bir husus da, emir tekrarının sadece erlerden istenecek bir uygulama olmadığını, bir korgeneralin bile bir orgenerale karşı yerine getirmesi gerektiğini, bunun bir alışkanlık halini almasını ve amirin de herhalde verdiği emrin tekrarını istemesi gerektiğini ifade eden sözleridir.

İKİNCİ KİTAP: ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL (M. KEMAL ATATÜRK)
İkinci kitapta, Mustafa Kemal ATATÜRK, Nuri CONKER’in “Zabit ve Kumandan” isimli kitabıyla sohbet etmekte ve cevabi düşüncelerini yazmaktadır. Altı bölümden oluşan “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal”, Ruşen Eşref ÜNAYDIN tarafından yazılan bir girişle başlamaktadır.
GİRİŞ:
ATATÜRK bu eseri ile o zamanki ordunun bütün eksikliklerini beş altı maddede toplayıp beş on satırda ortaya koymuş; bu eksiklikler giderilmezse böyle bir ordudan harp zamanı yurdu koruma vazifesi beklenemeyeceğini felaketten önce sezerek yüksek makamların kulağına haykıra haykıra ulaştırmıştır.
Kitapta, ordu kurmanın iyi subay yetiştirmeye bağlı olduğu inancı belirtilmiş; en iyi ve geniş Harbiye Mektebi öğretiminin bile asıl ordu mektebinde, iyi komutanların gözcülüğü ve yetiştiriciliği sayesinde sırf iş üzerindeki ciddi eğitim çalışmaları ile geliştirilebileceği bildirilmiştir.
Ruşen Eşref ÜNAYDIN’a göre bunları yapabilmek bir genç kolağası şöyle dursun, değme yüksek rütbeli ve makamlı yiğidin bile kârı değildir.
BİRİNCİ BÖLÜM:
ATATÜRK bu bölümde, Nuri CONKER’in kitabını geç okuduğunu, ancak çok hoşuna gittiğini, ordunun basiretsiz ve bilgisiz komutanların yönetiminde başarısız olabileceğini, subayların daima okuyarak kendilerini yenilemeleri gerektiğini yazmaktadır.
Nuri CONKER’in yazdıklarını düşündüğünü ve genelde kendisine hak vererek katıldığını belirten ATATÜRK, Harbiye Mektebi’nde verilen eğitimle ilgili olarak, hakiki feyiz verebilecek asıl mektebin kıt’alar olduğunu ifade etmekte ve “Harbiye Mektebi’nden alınan şehadetnameler, genç teğmenin Bölük Komutanı efendisinin terbiyesi dairesine kabule şayan olduğuna delâlet eder. Genç teğmen, san’atının asıl ruhunu intisap ettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir.” diyerek teğmenlerin yetiştirilmesinde Bölük Komutanlığının önemini vurgulamaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM:
Bu bölümde bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, inisiyatif (kendiliğinden hareket ve iş görme) özellikleri hakkında, Nuri CONKER’in görüşlerine katılan ATATÜRK, kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.
Nuri CONKER’in kitabında sorduğu, “Zabir nedir?” sorusuna yönelik Piyade Talimnamesindeki “Zabit, maiyetindeki efrad için numune-i imtisaldir.” cevabının ve CONKER’in bu konuda yazdıklarının bütün subaylar tarafından büyük bir dikkat ve ciddiyetle okunması gerektiğini belirten ATATÜRK, bir milletin evlatlarının önüne geçip onları ateşe sevk etmek hak ve salahiyetine ancak, CONKER’in bahsettiği metanet (dayanıklılık, sağlamlık) ve besalet (yiğitlik, yararlılık) bileşkesini bulmuş olan subayların sahip olabileceğini ifade etmiştir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:
Bu bölümde ATATÜRK, Türk milletinin her ferdinin aileden itibaren ve askerliği müddetince kişinin ruhsal derinliklerine inilerek ulvi duygularla yetiştirilmesi lazım geldiği üzerinde durmaktadır.
Bir subayın, kendisine bağlı erlerin kalplerini ve güvenlerini kazanmaları gerektiğine, insanların ancak böyle yönetilebileceğine değinen Atatürk, konu ile ilgili olarak Musa, İsa ve Napolyon’dan da örnekler vermiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:
Ordunun vazifesinin, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmak olduğunu ve bu kalkışın yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değeceğini ifade eden ATATÜRK bu bölümde, başarının en güvenilir aracının taarruz olduğunu, ancak taarruz ordusunu vücuda getirecek milletin taarruz ruhuna sahip olması gerektiğini vurgulamaktadır.
Konu ile ilgili olarak Japon komutanların taarruz ruhu ile ilgili ifadelerinden de örnekler verilmiştir.
BEŞİNCİ BÖLÜM:
Mustafa Kemal ATATÜRK bu bölümde de bir harekatın nadiren planlandığı şekliyle yürüyebileceğini, muhtemelen bir çok faktörün değişebileceğini, işte değişebilen bu durumlarda askerlerin kendi inisiyatiflerini kullanarak ve kimseden emir beklemeden karar vererek uygulamalarını salık vermektedir.
Subay, astsubay ve erlerin, bazen üstlerinden hiçbir emir alamadığı durumların olacağını, bu sebeple gerek komutanların ve gerek erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliğinden iş görebilecek yetenekte yetişmiş olduklarına kanaat edilmeden bir birliğin güvenilir bir kuvvet olarak tanımlanmasını gaflet ve felaket olarak nitelemektedir.
Bir kuvveti oluşturan insanların umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestileri ezilmemiş, gürbüz, neşeli er ve subaylardan oluşuyorsa, böyle bir askeri birlikte biraz düşünce işleterek kendiliğinden iş görme kabiliyetinin fazlaca görüleceğini belirten ATATÜRK, konu ile ilgili olarak İtalyan muharebesinde Derne kuvvetlerine kumanda ettiği sürece bu gerçeği ispatlayan bir çok örnek gördüğünü ifade etmiş ve bunlardan bazılarına kitabında da yer vermiştir.
Tabii ki, inisiyatifin de sınırsız olmadığına ilişkin “Harpte büyük başarıların esaslarının en başı olan müstakil faaliyet, gereken haddi aşmamış olanıdır.” şeklindeki talimname ifadesine yer veren ATATÜRK, inisiyatifin haddini bilmeme mertebesine vardığı bir orduda herkesin kendi başına buyruk olacağını, amir ve maiyetin yok olacağını, onun için itaat ve inzibatın kurulamayacağını söylemiştir.
İnisiyatifin gerekliliği ve faydalarına ilişkin talimnamelerdeki maddelerin okunmasına ve bunların iyiliklerine ilişkin pek çok övgülerde bulunulmasına rağmen, kendiliğinden iş görmenin yayılmasına ve faydalı bir şekle sokarak özel bir vazife olarak tanınmasına ilişkin Osmanlı Ordusunda herhangi bir düşünce sarfedilmediğinin ve karara varılmadığının itiraf edilmesi gerektiğini ifade etmektedir.
ALTINCI BÖLÜM:
Kitabın son bölümünde ise ATATÜRK hayatı hiçe sayma, taarruz düşüncesi ve kendiliğinden iş görme gibi askerliğin en önemli nitelikleri ile ilgili Derne kuvvetlerine emir komuta ederken tuttuğu notlardan ve gelen raporlardan alıntılar yaparak  örnekler vermektedir.
Örneklerde kendilerinin ve arkadaşlarının yaralanmasına, hatlarının bozulmasına, toplarının nişangahlarının bozulmasına aldırış etmeden taarruza devam eden birlik komutanlarının raporları bulunmaktadır.

Avicenna : His Life and Works, Soheil M. AFNAN

Avicenna : His Life and Works, Soheil M. AFNAN, 1958, London
(İbni Sina Hayatı ve Çalışmaları)
İbni Sina’nın hayatı ve çalışmalarının anlatıldığı kitapta ünlü filozofun mantık, metafizik, din ve psikoloji gibi problem sahalarına bakışı ve batı ve doğu ile olan ilişkisine yer verilmiştir.
Kitap on bölümden oluşmaktadır. Bunlar :

1.    Giriş
2.    10 yy. İran
3.    İbni Sina Hayatı ve Çalışmaları
4.    Mantığın Problemleri
5.    Metafiziğin problemleri
6.    Psikolojinin problemleri
7.    Dinin Problemleri
8.    Tıp ve Doğa problemleri
9.    İbni Sina ve Doğu
10.   İbni Sina ve Batı
11.   Sonuç

1.Giriş

    Bu eserin amacı 10 yy da doğru tarihi perspektif ile Eski Fars Rönesanssının  aksine İslami öğretilerin üzerinde Yunan etkisinin olduğunu göstermektir. Bu dönemde Aristoteles  eserlerinin ve benzer eserlerin tercümesini yapan kişilerin büyük oranda Hıristiyan olduğu vurgulanmıştır. İslam dünyasında Tragedya ve Komedyanın sahnede hiçbir zaman oynatılmadığından da ayrıca söz edilmektedir.

    İslam Felsefesinde üç önemli kişi bulunmaktadır. Arap olan Kındi, Türk olan Farabi, İranlı İbni Sina. Kındi matematik ve Aristoteles felsefesi üzerinde çalışmıştır. Aristoteles’in aksine zamanın ve hareketin bir sonu olduğuna inanmıştır. Farabi  Kındi’den daha az tanınan ancak ikinci öğretmen olarak bilinen  ( birincisi Aristoteles) dir. Farabi’ye    göre dünyada hiçbir şey yok ki felsefe ile ilgisi olmasın. Farabi Aristoteles’i en iyi açıklayan kişi olarak ta değerlendirilebilir. Farabi’nin Erdemli Toplumun İlkeleri Üstüne Kitabı  İslam felsefesinde Platonun cumhuriyetinden modellenen ve ilham alınan nadir eserlerdendir. Bu kitabın içinde Aristoteles ve Plato dan fikirler bulunmaktadır. Ayrıca düşünür ve tıp adamı Razi’nin Farabi ve Kındi’nin fikirlerine karşı olmuş, Demekritustan çok fazla etkilenmiştir. Tanrı, Ruh,Madde,Uzay ve zaman beş sonsuz şeydir. Ayrıca Razi peygambere de ihtiyaç olmadığını insanların kendi kurtuluşunu kendilerinde sağlayabileceğini de iddia ederek İslam bilginlerinden tepki almıştır. Sajistani o dönemin önemli düşünürlerindendi. Evi edebiyatçılar için bir toplanma bölgesi idi. Farabi ve İbni Sina dönemi arasındaki en tanınmış düşünürdür.

2. 10. yy. da  İran

    Farabi, Kındi ve İbni Sina Arapların altın döneminin ürünleri olmuştur. Halifeliğin Abbasilere geçmesi merkezi idarenin zayıflamasına ve bir çok hanedanlığın ortaya çıkmasını neden olmuştur. Halifeye karşı bağımsızlık mücadelesi vermek için Bağdat’a sefere çıkan Yakub ordusunun büyük kısmını  bir selde kaybetmiş başarısız olmuştur. Bu dönemden sonra Samani, Ziyari ve Buyid hanedanlıkları yüzyıl boyunca hüküm sürmüştür. Gazne hanedanlığı Samaniden kaçan bir Türk kölesi tarafından kurulmuştur. Mahmut’un tüm İran’ı ele geçirmesi uzun yıllar sürecek İran-Türk kavgasına sebep olacaktır. Sultan Mahmut mahiyetinde  bir çok edebiyatçıyı bulundurarak bu hanedanlığın 150 yıl kadar yaşamasını sağlamıştır. Bağdat İslam kültürünün merkezi olmakla birlikte yunan bilim ve felsefesine olan ilgi azalmıştı. Farsçanın bu eserlerde kullanımı kalmış Arapça hakim olmuştur. Firdevsi İran halkının İslam öncesi Farsçaya olan ilgisini artırmıştır. İbni Sina da Firdevsi kadar olmasa da bu yönde çalışmıştır. Rudaki Farsça ile ilgili bu çalışmaları sonuçlandıran ünlü bir şairdir. Biruni ise bilim ve ilim alanında ön planda yer almıştır.

3. İbni Sina’nın Hayatı ve Çalışmaları

    İbni Sina 980 yılında Buhara yakınlarında bir köyde dünyaya geldi. Babası Samanid hükümdarlarından Nuh tarafından yerel vali olarak görevlendirildi. Babasının geçmişi net olarak belli değildir.Bu nedenle İran,Türk ve Araplar İbni Sina’ya sahip çıkmaktadır.  Ancak o dönemde İran nüfusunun çokluğu İranlı olma ihtimalini artırmaktadır. Natelie adındaki kişiden mantığın temellerini öğrendi. Tercüme eserlerden Helen dönemine ait eserleri kendi başına okudu. Doğa bilimleri ve metafizik konusunda kendini yetiştirdi. Sonrasında kendisini tıp bilimine yönlendirdi.  Ayrıca bu esnada din hukukunda da çalışmaya başladı. Aristoteles’in metafiziğini defalarca okur ancak Farabi’nin metafizikle ilgili kitabını bulduktan sonra Aristoteles’in metafiziği kafasında tam olarak anlaşılır hale gelir. Özel izinle Buhara kütüphanesinde çalışmaya başlar ancak kütüphane çıkan yangında kül olur. İbni Sina’yı çekemeyenler yangını İbni Sina’nın çıkardığını iddia ederler. Babasının ölümünden sonra hayatını kazanmak için devlet için çalışmaya başlar. Buhara’dan ayrılmak zorunda kalır. Birçok şehirde  dolaştıktan sonra Kazvin şehrine yerleşir ve burada vezir olarak görev yapar. Görevleri esnasında eserleri üzerinde de çalışmaktadır. Daha sonra İsfahan’a geçer ve burada Arapça konusunda kendisini yetiştirir.Şifa ve Kanun en önemli eserleridir.

4. Mantığın Problemleri

    Mantık ve Felsefenin birbiriyle olan ilişkisi tarih boyunca hep tartışılmıştır. Aristoteles mantığı yaratıcı sanat, sonra gelenler ise felsefenin bir parçası olarak görmüşlerdir. Alexander bilimin bir araya gelmesinden mantığın oluştuğunu ve buna da Organon adını vermiştir. Kındi mantık hakkında sekiz adet kitap yazmış, Farabi mantığı bir sanat olarak değerlendirmiş, İbni Sina problemin farkında olarak taraf olmamıştır. Ancak bir çok tanım yapmıştır. Aristoteles’e göre yine mantık doğru düşünme ve doğru ifade etmedir. Bunlardan biri, mantık yanlışa karşı savunan bilgi şeklindedir. Bu ve benzeri tanımlar Aristoteles ve Plato’dan etkilendiklerini göstermektedir. İbni Sina on beş ayrı çalışmasında Aristoteles’in mantığından fazla da farkı olmayacak şekilde yer vermiştir. Aristoteles’den ayrıldığı noktalardan biri kullandığı kıyastır. İbni Sina’ya göre bilim ve idrak tasavvur ve kavramadan kaynaklanmaktadır.
    İbni Sina mantığı tanımlarken bilgi teorisi konusunda bir tartışma ile bu hususa girmiştir. Tanımları üç yol ile yapmıştır. Birincisi, iki şey arasındaki uyum ile, ikincisi içerik, mana ile sonuncu olarak ta birlik ve ilişkiler ile yapmıştır. Bu tanımları yaparken Yunan dilinden Arap diline gramer olarak etkileşimlerinin olduğu belirtilmiştir.  Bazı terim ve tanımlar tercümeleri aynı olduğu gibi tercüme olmayıp farklı terimlerde kullanılmıştır. Örnek olarak doğruluk ve hakikat, true ve truth.

5.Metafiziğin Problemleri
   
    Metafizik İslami felsefesinin özünü teşkil etmektedir.  Doğuya doğru gidildikçe metafiziğin etkisi artmaktadır. İbni Sina felsefeyi üçe ayırmaktadır. Metafizik, Orta bilimler( matematik), alt bilimler( doğa kanunları). Mantık onun için doğruya ulaşmak için bir araçtı. İbni Sina’nın felsefesinde şer’i hukuka aykırılık yoktu. Farabi ise metafiziği tam doğruya ulaşmak için ilk doğrunun bilimi olarak tanımlamıştır. İbni Sina’ya  göre ruh tarafından algılanan ilk şey var olmaktır. Bu da metafiziğin ilk ve doğru hedefini vermektedir. Aristoteles ve Plato’nun da düşünceleri buna yakındır. Vücudun sonlu olduğuna ve üç bölümden meydana geldiğine dikkat çekmektedir. Bunlar genişlik, derinlik, yükseklik. Bu vücudun kendini meydana getiremeyeceğini bunu Tanrının yaptığını söyleyerek Aristoteles ve  yeni platoculardan ayrılmıştır. Varlığın bir cins olamayacağını ve bölümlere ayrılamayacağı düşünmüştür. Her şeyin özünün Tanrı olduğunu savunmuştur. Yazar ise varlığı, ihtiyaç, ihtimal ve imkansızlık olarak tanımlamıştır. Öz ve var oluşla ilgili yapılan tartışmaların neticesinde  gerekli şeyin sadece Tanrı olduğu, diğer şeylerin muhtemel varlıklar olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Gerekli varlığın ve muhtemel varlıkların meydana getirdiği olayı da yaratılış olarak değerlendirmişlerdir. İbni Sina , Plato ve Aristoteles maddenin önce Tanrı tarafından yaratıldığı ortak görüşünde birleşirler. İbni Sina varlığın mevcut olduğuna, gerekli olanın ve aranılanın Tanrı olduğuna, muhtemel olanların ise Tanrıya ulaştıracağına inanmaktadır. Hareketin sebebini ise üç unsura bağlamaktadır. Tabiat, İrade, Kuvvet.

6. Psikolojinin Problemleri

    İbni Sina ve Aristoteles’in ruh tanımları birbirinden pek de farklı değildir. Ruh tek bir cins olarak üç yaratığa bölümlenmektedir. Bitki, Hayvan ,İnsan.
    Kavrayış Aristoteles kaynaklı olmasına rağmen İbni Sina bu konuda hakim düşüncelere sahiptir. Kavramada kabul ile olan ve duyu organları ile elde edilenler arasında farklar bulunmaktadır. İbni Sina bitki, hayvan ve insanın ruhları ve bunların birbirleri ile ilgili ilişkileri üzerinde çalışmıştır. Cisimlerin sonsuzca bölünebileceği düşüncesiyle atomcu görüşe karşı çıkmıştır.

    Her cisim madde ve formdan oluşur. Madde cismin aslına; form da niteliğini, niceliğini, yerini, nedenini gösterir. İbni Sina, Aristoteles geleneğine uyarak psikolojiyi de doğa felsefesi içinde inceler; ancak içerik olarak birçok konuda Aristoteles’ten ayrılır.      İbni Sina felsefesinde Psikoloji ikiye ayrılır. 
 Deneysel ve  içe bakış psikolojisi. Öncelikle Aristoteles, ruhu bedenin bir işlevi gibi görüp bağımsız bir varlığa sahip olmasından kuşku duyarken İbni Sina ruhun bağımsız varlığını kesin olarak vurgulamıştır. Ruhun ölümsüz olduğunu İbni Sina Aristoteles’ten değil, yeni Platoculardan Arapçaya tercüme edilmiş eserlerden esinlendiğini belirtilmektedir. Ruhun sıçraması, yer değiştirmesi hususlarının mümkün olmadığını da ifade etmiştir. Ayrıca insan ruhunda görüntüyü kaydeden ve mana,niyetleri kaydeden iki bölüm olduğunu da dile getirmiştir.
    Evren birdir; yaratıcı hareket de birdir ve daireseldir. Cisimlerden hiçbiri kendiliğinden hareketli ya da durağan olamaz.

7. Dinin Problemleri

    İbni Sina’ya göre yalnızca Tanrı zorunlu varlık olarak vardır. O’nun dışındaki tüm varlıklar kendi başlarına olanaklı (mümkün) olmaktan öte gidemezler; var olmaları ve varlıkta kalmaları Tanrı’ya bağlıdır. Tanrı yaratılmanın da öncesinde var olması gerekmektedir. Tanrı birdir ve her yönden bir olan yalnız O’dur. Diğer canlıların meydana gelebilmesi için O’nun canlı olması gerekmektedir. İnsan aşk aracılığıyla sınırlı varlığında kurtularak sonsuzluğa yükselir. Her şeyin kaynağı, insan varlığının özünde sürekli bir eylem biçiminde var olan "aşk"tır.
    İbni Sina’nın üzerinde durduğu diğer bir konu ise peygamberdir. Yunanlılar bu konuya karşı bulunmaktadır. Peygamber Tanrının emirlerini iletmekle görevli, insanlardan kavrayışları ve bir çok düşünsel yönden farklı olmalıdır. Bu farklılık onların insan olduğu gerçeğini değiştirmemelidir. Peygamberin vazifelerinden biri de ibadetin nasıl yapılacağını göstermektir. İbadet yaratıcıya insanların şükranlarını sunmasıdır. Bu da şekli ve mana olmak üzere ayrılır. Ayrıca İbni Sina ölümün sanıldığı kadar kötü olmadığını, maddeden ayrılma olduğunu belirtmiştir. Madde ölümlü ruh ise ölümsüzdür. Şeytanın konumu, durumu ve meleklerin tanımı bu bölümde yapılmıştır.


8. Tıp ve Doğa Bilimleri( Pozitif Bilimler)

    Tıp Kanunları İbni Sina’nın bu alanda yazdığı en önemli eseridir. Yunan Tıbbı Yunan Felsefesinden önce Arap dünyasına gelmiştir. İbni Sina’nın tıp konusunda başarısı, felsefe alanındaki zirvesinden uzak kalmaktadır.  Buna rağmen tıp konusunda  çağının en zirvesi olduğu apaçıktır. Önceden yapılmış tercümeleri çalışmış yanlış olanları düzeltmiş ve Tıp Sorunları, Göz üzerinde on tedavi isimli eserlerini yayınlamıştır. Tıp kanunları beş kitaptan oluşmaktadır. Birinci bölüm, vücudun genel tanıtımı ile ilgili bilgileri barındırmaktadır. İkinci bölüm genel hastalıklar ve tedavi yöntemleri, üçüncü bölüm genel hijyen ve ölümün gerekliliğinden meydana gelmektedir. İkinci kitap, maddi  tedavi, üçüncü kitap, farklı hastalıklardan, dördüncü kitap sadece bir yeri değil tüm sistemi etkileyen hastalıklardan, son bölüm ise eczacılık konularını ihtiva etmektedir. Bu kitap batıda defalarca tercüme edilmiş ve uygulamacılar tarafından kullanılmıştır. İtalya ve Almanya’da ders kitapları olarak okutulmuş, bu eserin yanında Razi’nin eserleride hak ettiği değeri bulmuştur. Alkolün etkisini, hiç denenmemiş bitkilerin tedavide kullanılması, sodanın içilmesi gibi hususlar İbni Sina’nın uygulamalarından sadece bir kaçıdır.

    Aristoteles üç türlü hareket olduğunu, bunların miktar, kalite ve mekan ile ilgili olduğunu İbni Sina ise bunlara durumu da eklemiştir. Evren birdir; yaratıcı hareket de birdir ve daireseldir. Cisimlerden hiçbiri kendiliğinden hareketli ya da durağan olamaz, Cisimlerin sonsuzca bölünebileceği hususları tekrar bu bölümde izah edilmiştir.

    Sayı ve hareketlerin her ne kadar kesinlikle potansiyele sahip olmasına rağmen kendi kendilerine sonsuz olamazlar.
   
     Kaya ve dağların oluşumu hakkındaki tespitleri, 1200 yılında çevrilmiş ve ifadelerin bugün tespit edilen hususlarla tam çakıştığı müşahede edilmiştir.

    Mineral maddeleri dört sınıfa ayırmıştır. Taş, Kaynayabilen maddeler, sülfür ve tuz. Yağmur, kar, rüzgar gibi tabiat olaylarını inceleyerek bunlara açıklık getirmiştir.

    İslami düşünürler astronomi konusunda bilgileri Yunan ve Hint eserlerinden almışlardır. Batı sıfırı kullanmadan 250 yıl önce Arap dünyası kullanmaktaydı. Astronomi ve matematik konusunda katkıları olan İbni Sina müziği de bir matematik ilimi görmekteydi.

    Siyaset Kitabı ile de insanların ve toplumun ilişkilerini değerlendirmiş, toplumu,üst,eşitler ve astlar olarak bölümlendirmiştir. Burada ideal kadını fazla konuşmayan olarak tanımlamıştır.

    Yönetim Bilimi kitabında ise ideal bir evde bulunması gereken gereksinimleri belirtmekte ve bunlar zenginlik, iç hizmet, eş ve çocuktur.
   
9.İbni Sina ve Doğu


    İbni Sinanın halefleri arasında diğerlerine nazaran göze çarpan üç kişi bulunmaktadır.Gazali, İbni Rüşt, Sühreverdi. İbni Sina’nın ölümünden sonra gelen dönemde felsefe ve din ayrı düşünülmeye başlanmış, felsefeye karşı  bir tutum sergilenmiştir. Dinin felsefeden ayrılması konusunda çaba sarfetmişlerdir. Bir çok öğrencisi bulunsa da içlerinden pek de başarılı olan çıkmamıştır. ibni Rüşt’den önce gelen Şührevadi İbni Sina’nın düşüncelerini devam ettirmiştir. İbni Tufal, Ömer Hayyam gibi İbni Sina Felsefesinden etkilenen, İbni Haldun gibi din ve felsefenin farklı incelenmesi taraftarı şahsiyetler bulunmaktadır.
    16’ncı yüzyılda İran’da Safavi  devleti hüküm sürmüş, bu esnada şiir, felsefe ve düşünürlere yeterince değer verilmemiş, düşünürlerin bir çoğu Hindistan’a göç etmişlerdir. Arapçadan  Farsçaya olan değişim ortaya çıkan eserlerde görülmektedir.

10. İbni Sina ve Batı

    12 ve 13. yy’da entelektüel hareket İslam dünyasını takip ederek Avrupa’da  gelişmeye başlamıştır. Bu gelişme yollarının başında İspanya gelmekte idi. Arap ve Yahudi alimlerin Yunan düşüncelerini Batı Avrupa’ya getirmesiyle daha önceden de yaşanmış kavgalar tekrar etmiştir.

    Boethius Aristoteles’i batıya tanıştıran ilk kişidir. Petrus Alphonsi İslam bilimini İngiltere’ye taşıyan ilk fizikçidir. Gerard of Cremona Arapçılığın Babası olarak bilinmeye başlandı. Latinceye çevrilen yazarların en önemlileri Kındi, Farabi, İbni Sina’dır. 16 yy ile beraber Arapça kitapların tercümeleri bir çok önemli eğitim kurumlarında ders kitapları olarak okutulmaya başlandı. Gazali’nin İbni Sina’nın öğrencisi olduğu yanlış kanı ile birlikte onun eserleri de Latinceye çevrilmişti.  İtalya tıp ve hukuka önem verir iken, Fransa,sonra İngiltere teoloji ve felsefeyi ön plana çıkarmıştır. Kuzey Afrika ve İspanya sayesinde ulaşılan bilgiler neticesinde, İbni Sina ve İbni Rüşt skolastik düşüncesi Avrupa’da hakim olmuştur.

    John Scotus Erigena İslami Felsefeni Avrupa’ya  gelmesinden önce, Aziz Agustin’dan etkilenerek, Platon ve Yeni Platon fikirleri hakkında çok tanınan fikirlere sahipti.

    Gundisalvo İbni Sina’nın fikirlerini çalışmalarına uygulayan ilk Avrupalıydı. Albertus Arap mantığını Avrupa’ya adapte eden kişidir.

    13’üncü yy.da İbni Sina’nın yaşamı ve eserleri üzerinde çalışan önemli kişilerden biri de Roger Bacon’dır.  Bacon Dil bilimi,matematik, astronomi, optik ve kimya üzerinde meşgul olmuş, teolojiye hizmet eden felsefeye de ayrıca önem vermiştir. Farabi ve İbni Sina’yı Aristoteles’in tercümanı gibi değerlendirmiştir. Ayrıca mantığın faydası olduğuna dair bir düşüncesi de olmamıştır.

    İbni Sina’nın etkisi sadece tıp ve felsefenin gelişmesine sebep olmamış, bunların yanında bilimsel reformun  13’üncü yy.da başlamasına neden olmuştur. Avrupa’da düşünürler genelde dini kimliğe sahip kişilerdi. Ancak 13’üncü yy.da Dante’den sonra farklı kimlikten düşünürler ortaya çıkmıştır.

    Ayrıca, doğudan alınan bilgilerin kiliseye kabul ettirilmesi o dönemin düşünürlerinin en büyük problemleri arasındaydı.

11.Sonuç

İbni Sina İran Rönesanssının yaratıcılarından biridir. İslami Felsefenin büyük bir kısmı onun tarafından oluşturulmuştur.Helen, Yunan ve Müslüman dünyasından aldığından daha çoğunu dünyaya vermiştir. Felsefe ve tıp konusunda önderliği yüzyıllarca sürmüştür. İbni Sina’nın önemi ortaya koyduğu çözümlerden ziyade ortaya koyduğu problemlerde yatmaktadır.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergah Yayınevi, 1954, İstanbul

    Romanın kahramanı Hayri İrdal’ın saatlere ve zamana olan ilgisi çocukluk yıllarında başlamıştır. İçinde bulunduğu toplum, batılaşmanın sosyal hayatın tüm noktalara nüfuz ettiği, kavramların ve terimlerin yeniden anlam bulduğu, toplumsal hafızanın silinip üzerine yeni anlayışların yeni bakış açılarının yazıldığı bir değişim sürecini yaşamaktadır. Hayri İrdal da bu değişim sürecinden nasibini almakta ve gerçek dünya ile hayal dünyası arasında gidip gelmektedir. Olaylar dizisi roman kahramanını bir anda değişim sürecini gerçekleştiren aktörlerden birisi haline getirir. Halit Ayarcı ile tanışması ve Saatleri Ayarlama Enstitüsünde müdür muavini olarak çalışması hayatının dönüm noktasıdır. 
Hayri İrdal fakir bir ailenin çocuğudur ve Fatih Rüştiyesinde okur. Saatlere ilgi duyması dayısının kendisine sünnet hediyesi olarak aldığı bir kol saati ile başlar. O kadar değişir ki hayatı saatin hediye edildiği günü doğum günü olarak kabul eder. Birinci Dünya savaşına katılır ve döner. Döndüğünde babası savaşta ölmüştür ve harp sonunda İstanbul’da halkın çaresizlik ve fakirlik içinde olduğunu görür.
Savaştan dönen birçok genç gibi o da iş aramaya başlar. Bu esnada Abdüsselam beyin Emine adlı kızıyla evlenir. Bu evlilik çok anlamsız bir evliliktir. Emine hanım onun için çok uygun bir eş değildir Ancak savaş sonrası işsizlik ve İstanbul’da yaşam şartlarının ağırlaşması onu Abdüsselam beyin yanında kalmaya zorlar ve bu evlilik zorunlu hale gelir. Bu evlilikten Zehra ve Ahmet adında çocukları olur. Abdüsselam bey ölür ve Hayri İrdal oğulları ile miras mücadelesine girişir ancak Hayri İrdal birşey elde edemez. Ancak daha sonra oğulları tarafından Abdüsselam beye ait bir elması çaldığı suçlamasıyla karşı karşıya kalır ve dava edilir.
Mahkeme onun adli tıpta bir psikolog tarafından dinlenmesine karar verir ve burada Doktor Ramiz ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’ın rahatsızlığı olduğuna ve belirli bir süre tedavi olması gerektiğine karar verir. Hayri İrdal’ın tedavi olduğuna inanan Doktor Ramiz tahliyesine karar verir ancak dostlukları devam eder. Tahliye olduktan sonra  Fener Postanesinde memur olarak iş bulur. Eşi Emine bir hastalığa tutulur ve ölür. Doktor Ramiz psikanaliz cemiyeti kurar ve Hayri İrdal’ı da cemiyete müdür olarak alır. Aynı zamanda ispirtizmacılar cemiyetinde de muhasebeci olarak görev yapar. Doktor Ramiz öğrenimini yut dışında yapmıştır ve alanında kendisini ispat etmeye çalışmaktadır. Hayri İrdal da onun ilk hastasıdır. Hayri İrdal’ın durumunu kendisine bir fırsat bilir ve hasta olmadığı halde üzerinden derin psikanalizler yaparak etrafındakilere kendini ispata girişir. Cemiyette, Hayri İrdal’ı kendisinin iyileştirdiği bir hasta olarak tanıtır.
Daha sonra cemiyette Pakize ile tanışır ve ikinci evliliğini yapar. Psikanaliz cemiyetindeyken hayatında çok büyük değişikliler yapacak olan Doktor Ramiz’in okul arkadaşı Halit Ayarcı ile tanışır. Doktor Ramiz Hayri İrdal’dan Halit Ayarcı’ya daha önceden bahsetmiştir. Aralarında bir hiç de samimi olmayan bir dostluğun gelişmesini istemektedir. Hayri İrdal ise bu zengin beyefendiyi etkilemek için saatler konusundaki bilgisini kullanır ve Halit Ayarcı’nın saatini onarır. Halit ayarcı ile İstanbul sokaklarında dolaşırlar anlattığı hikâyelerle onu etkilemeye çalışır. Ancak bu esnada küçük kızı otuz hasta yatağında ölümle mücadele etmektedir.
Hayri İrdal, Doktor Ramiz ve Halit ayarcı ile İstanbul gecelerinde gününü gün eder ve aslında hayat tarzının yaşam seviyesinin uyuşmadığı bu adamlara kendisinde olmayan özelliklerini anlatarak onların gözünde bir yerlere gelmek ister. Halit Ayarcı aslında Hayri İrdal’ın hiç de kendi seviyesinde bir insan olmadığını bilmektedir. Ancak gelecekte ondan bir menfaat beklercesine devamlı dalkavukluk yapmaktadır. Bazen Hayri İrdal bu hayatın kendisine ait olmadığını anlamakta ve içten içe vicdanen rahatsız olmaktadır. Ancak olayların akıp gitmesi ve bu beyfendilerin onu yükseklerde bir yerlerde tutması gerçekleri görmesini engeller.
Hayri İrdal Halit Ayarcı’ya karşı artık kendisini çok yakın hissetmektedir ve aile sorunlarını anlatır. Evde iki baldızı, bir oğlu ve bir kızıyla bohem bir hayat yaşadığından dem vurur. Baldızının hiçbir kabiliyeti olmadığı halde şarkıcı olmak istediğini ancak bunun mümkün olamayacağını ve dolayısıyla evin içinde kendisinin bunalmasından dert yanar. Halit Ayarcı ise hiç de öyle düşünmemektedir. Musikinin sanatsal olarak o zaman için çok önemi yoktur. Önemli olan bu sanatı icra etme cesaretidir. Musiki bilgisi, sesin eğitilmesi gibi şeyler sonradan zaten olacaktır. Gerçektende Halit Ayarcı bir gazino ayarlar ve baldızına sahnede musiki icra etmesi için fırsat verir. Aslında Hayri İrdal’ın düştüğü durum çok kötüdür. Çünkü baldızı hiçte şerefli olmayan bir meslek icra etmektedir. Ancak o bunun farkında olmadan sahnedeki baldızını ‘’icra ettiği sanattan’’ dolayı alkışlamaktadır.
Halit Ayarcı eğitimini Amerika’da yapmış bir iş adamı olarak İstanbul’a geldiğinde zenginliğine zenginlik katmak amacıyla fırsat kollamaktadır. İstanbul, Avrupalılaşmanın ve değişimin yaşandığı sancılı bir dönemin içindedir. Toplum her gün yeni bir şeyle karşılaşmakta ve hayatın içerinse direkt olarak giren ve toplumun tüm fertlerini etkileyen hadiselerin tanımları dahi yapılamadan uygulanmaktadır. Halit Ayarcı için bu durum bulunmaz bir fırsattır. Zamanın toplum için önem arz etmeye başladığı düşüncesinden hareketle günlük hayatta kullanılan saatlerin günün gerçek zamanına göre ayarlanması işine girişerek bir enstitü kurar. Tabi bu enstitüyü devletten aldığı destekle kuracaktır.
Belediye reisi ile anlaşır bir daire kiralar ve içerisini sanki bir devlet dairesi gibi masalar ve daktilolarla donattırır. Belediye reisini modern zamanın gereği olarak, halkın zamana sahip olması, zamanın şuuruna varması ve zamanı kullanması konularında enstitü vasıtasıyla eğitileceğine dair sözler verir. Enstitü aynı zamanda bazı ekipler görevlendirerek İstanbul’un çeşitli yerlerinde şubeler açarak halkın üzerinde taşıdığı ve ya umum yerlerdeki saatleri ayarlama faaliyetini de başlatır. Halit Ayarcı belediye reisini içten içe işlemeye devam eder ve enstitünün ne kadar gerekli ve önemli bir iş yaptığını bahane ederek daha geniş daha lüks bir binaya taşınması gerektiği konusunda ikna eder.
Enstitü büyüdükçe Halit Ayarcı ve Hayri İrdal daha çok akrabasını kadroya alır. Ancak Hayri İrdal’ın kafasında enstitünün hala mantıkla açıklanabilir işler yaptığına dair düşünceler yoktur. Zaman zaman Halit Ayarcı ile enstitünün anlamsız bir müessese olduğu konusunda tartışmalara girer. Halit Ayarcı onu sözüm ona realist olmaya davet ederek susturur. Aslında Hayri İrdal itirazlarını çok fazla derinleştiremez çünkü o da bu müesseseden maaş almakta ve birçok akrabası da onun gibi bu enstitü vasıtasıyla geçimini sürdürmektedir. Gün geçtikçe belediye reisinin enstitünün halka faydalı işler yaptığı konusundaki düşünceleri değişir. Halit Ayarcı yine devreye girer ve Hayri İrdal’ın uydurması olan Şeyh Ahmet Zamani hakkında bir kitap yazması konusunda bütün itirazlarına rağmen Hayri İrdal‘ı ikna eder. Bu esnada gazeteler enstitüye yakın ilgi duyar ve günlerce manşetlerinden enstitü ile ilgili haberler yapar. Halit Ayarcı’nın bir iş adamı olarak bu işin içinde olmasına çok anlam veremez basın ancak bu arada Hayri İrdal’ı yerlere göklere sığdıramaz. Hakkında birçok makale çıkar ve hayali Şeyh Ahmet Zamani Efendi’nin takipçisiymiş gibi göstererek bir filozof kimliği yükler.
Enstitünün yaptığı işin doktrinini anlatan ’Şeyh Ahmet zamani ve Eseri’’ adlı kitabı da tamamlar. Yazdığı kitap 18 dile tercüme edilir. Yurt dışında da bu kitap yankı uyandırır. Hollandalı Van Humbert adında bir bilim adamı sırf onunla tanışmak ve Şeyh Ahmet Zamani’yi tanımak için İstanbul’a gelir. Basın Hayri İrdal’ı artık bir Faust bir Voltaire gibi görmektedir. Bu esnada enstitünün gerçek yüzünü gören gazeteler de vardır. Bu gazetelere göre Halit Ayarcı halkla dalga geçen bir iş adamı, Hayri İrdal ise onun kuklasıdır. Saatleri ayarlama enstitüsünün ünü Avrupa ve Amerika’da da duyulur ve yabancı heyetler enstitüde inceleme yapmak üzere İstanbul’a gelir. Gelen heyet enstitünün yaptığı işin son derece gereksiz bir faaliyet olduğu kanaatine varır ve dolayısıyla kayda değer bir çalışma yapmadan ülkeyi terk eder.
Enstitünün kadrosu artık çok büyümüştür ve eleştirirler gittikçe artmaktadır. Halit Ayarcı da artık enstitüde etkisini kaybetmek üzeredir. Hayri İrdal ile enstitünün yaptığı işle alakalı tartışmalar giderek daha da derinleşir ve aralarında ayrılık rüzgârları esmeye başlar. Nihayetinde hükümet enstitüyü lağıv etmeye karar verir ve tasfiye işlemleri için bir komisyon kurar. Halit Ayarcı ise belirli bir süre ortadan kaybolur ve daha sonra bir trafik kazasında öldüğü haberi gelir. Enstitünün tasfiyesi esnasında Hayri İrdal’ın görevinde bir değişiklik olmayacak ve müdür yardımcılığı görevine devam edecektir ve gerçek ile hayal arasında mutluluğunu sürdürecektir.

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık

Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Halil İnalcık, 2000, İstanbul
Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısı.
     Halil İnalcık’ın, Osmanlı Devleti’nin kurumsal yapısına odaklanan bu kitabında; Osmanlı devlet anlayışı, kanun rejimi, kanunların uygulanış biçimi ve adalet yöntemleri üzerinde incelemelerini görmekteyiz. Osmanlı Devletinin 700’ üncü yıldönümünde, bu devletin birçok millet ve dini, altı yüz yıl nasıl bir arada tutmuş ve idare etmiş olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Prensip bakımından Osmanlı ülkesi ve halkı, iktidarı Tanrı’dan alan ve yalnız Tanrı önünde sorumlu patrimonyal, mutlak bir hükümdarın hükmü altındadır. Bununla beraber onun bu iktidarı, nasıl siyasi bir pragmatizm dairesinde kanun, adalet ve ahlak prensiplerine göre icra etme zorunda olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu esaslar, gerçekte bürokrasiyi, hatta idareye karşı dava hakkı olan reayayı, hükümdar karşısında direnç gösterebilen bir güç durumuna getirmektedir.
Adalet anlayışı, haksızlıkları kaldırma çabasıyla ilan edilen adaletnameler, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bürokratlar, asker ve ulema ile birlikte hareket ederek bu prensipleri çiğneyen bir hükümdarın saltanatına son verebilir; Osmanlı tarihinde bunun örnekleri az değildir. Bürokrasi; kanunu, yani devlet idaresinde objektif kuralları temsil eden bir kurum olarak, din ve devletin selameti adına hükümdarın karşısına çıkma gücüne sahiptir. Buna karşı hükümdar da, bürokratı(veziriazamı) hiçbir kurala bağlı olmaksızın azletmek gücüne sahiptir; böylece bu iki güç arasında bir dengeden söz etmek mümkündür. Bu durum, yazıya dökülmemiş bir anayasal denge rejimini anımsatır. Osmanlı devletinin uzun yüzyıllar payidar kalmasını, tarihçiler böyle açıklamaktadırlar. Bu kapsamda, yazar, tarihsel süreç içinde incelediği konuları değişik zamanlarda yazdığı beş makalede ortaya koymuş; bu kitapta da makaleleri bir araya getirerek bir bütün halinde bize sunmuştur. Özette, makaleler kendi başlıkları altında ele alınmıştır.

(1)  Kutadgu Bilig’de Türk ve İran Siyaset Nazariye ve Gelenekleri 
 İslam kültürü dışında, öz Türk kültürünün yazılı zengin kaynaklarını Uygur devri eserleri oluşturur. Bilinmektedir ki, Karahanlılar, İslam kültür çevresine girmiş olmakla beraber Uygur kültürünü kuvvetle temsil ve devam ettirdiler. W.Barthold’a göre Kutadgu Bilig, “Padişahlara, memurlara vesair halka ahlak öğretmek için“ yazılan, Şark’ta, bu arada İran’da, çok yaygın eserler grubu arasına sokulabilir ve “baştan sonuna kadar İslam ruhuyla” yazılmıştır. R.R. Arat’a göre,      Kutadgu Bilig “insana her iki dünyada tam manası ile kutlu olmak için gerekli olan yolu göstermek maksadı ile kaleme alınmış bir eserdir”. Fakat hemen söylemeliyiz ki, Yusuf’un eserindeki görüşler, idare sanatı hakkında 11’inci yüzyılda İran-İslam dünyasında yayılmış ve kökleşmiş kavramlara indirgenebilir ki bunlar da çok daha eski Hint-İran kaynaklarına götürülebilir. Eski Hint-İran nasihatname ve siyasetnamelerinde devlet, hükümdarın kuvvet ve kudretinden, otoritesinden başka bir şey değildir. Siyaset ise, hükümdarın bu otoritesini koruma ve kuvvetlendirme ve bunun araçları olan askeri ve parayı halkın hoşnutsuzluğuna sebep olmadan sağlama yoludur.

 Adaleti temsil eden hükümdarın vazifeleri şunlardır :
1. Para ayarını temiz tutmalı,
2. Halkı adil kanunlarla idare etmeli ve kuvvetlinin zayıfı hükmü altına almasına meydan vermemeli,
3. Haydutları ortadan kaldırmalı,
4. Yolları açık ve emin tutmalı,
5. Herkese mertebesine göre muamele etmeli.         
 Sasaniler’de her ayın ilk haftasında raiyetten herhangi bir kimse divana gelerek doğrudan doğruya hükümdara şikayetini bildirmek hakkına sahipti. Nizamü’l-Mülk, Siyasetname’de bu adetin gerçek gayesini açıklar. Padişahlar haftada iki gün mutlaka doğrudan doğruya halkın şikayetlerini (mezalim) dinlerler ve hakkı yerine getirirler. Böylece, memleketin her yerinde zalimler şikayet korkusuyla kötülük yapmaktan çekinirler.
 Devlet kurucu belli başlı Türk hükümdarlarının bir kanunname çıkarmış olması bir rastlantı değildir. Eski Türk geleneklerini kuvvetle yansıtan eski Osmanlı rivayetlerine göre, Osman Gazi bağımsızlığını ilan ettikten sonra kanunlar koymuştur. Osmanlı imparatorluğunun gerçek kurucusu Fatih Sultan Mehmed biri reaya için, diğeri devlet teşkilatı için iki kanunname çıkarmıştır. Nihayet, imparatorluğu bir cihan imparatorluğu durumuna getiren Kanuni Süleyman bir kanunname yazmıştır. Bu kanunnameler, sırf sultanın iradesine dayanan kanunlar mecmuası yani yasadır ve Şeri’atle bir ilgisi yoktur; başka bir deyişle, ancak Türk devlet geleneğinin bir uzantısı sayılmalıdır. Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lugati’t-Türk’ü ile birlikte Kutadgu Bilig, İslam kültür dairesine girmiş olan Türk topluluklarında ve devletlerinde Orta Asya Türk kültürünün nasıl ve ne dereceye kadar devam ettiği meselesini araştırırken başvuracağımız en zengin hazinedir.

(2) Türk- İslam Devletlerinde Devlet kanunu Geleneği
   Dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru büyük İslam uleması içtihad kapısının kapanmış olduğunu ilan etmişlerdi. İslamiyet, gerek kamu hayatını gerekse bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen, dini temellere dayanan bir tek kanun tanıyordu, o da Şeri’atti. Bir müslüman  hükümdarı, halife olsun sultan olsun, kanun koruyucu sıfatı takınamazdı; o, ancak İslam kanununun, yani Şeri’atın uygulanmasının gözetmeni idi. Gerçekte, tamamıyla özel koşullar altında gelişen Osmanlı devleti, Şeri’atı aşan bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Bu yolu açan prensip ise “örf” yani hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak Şeri’atın kapsamına girmeyen alanlarda devlet kanunu koyma yetkisidir.
       Öte yandan bir çok İslam yazarları, adet anlamında örf kelimesini kullanmışlardır. Zira, örf-i sultani ile örf’ü adat arasında yakın bir ilişki vardır; Sultan doğrudan doğruya kendi otoritesine dayanarak örfi kanunlar koyabildiği gibi, örf’ü adatı kendi idaresine katarak kanun haline getirebilir. Başka bir deyişle, örfi kanunların çoğunun menşei, örf’ü adattan ibarettir. Sultanın kanun koyan bağımsız iradesi esastır. Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini daima saklamıştır. İslam dinine en fazla bağlı sayılan Türk hükümdarları bile, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuşlardır.
              Devlet idaresinde ve askeri sınıf arasında geçerli olan örfi hukuk ile halkın gündelik işlerinde (sözleşmeler, aile hukuku) uygulanan Şeri’at arasındaki ayrılığı en açık bir şekilde gösteren müessese, kadıaskerlik (kadileşkerlik) ve yargıcılık kurumudur. Harezmde, İran’da, Irak’ta kadıların şer’i mahkemeleri yanında yargu(yargı) mahkemeleri yer almıştı. Anadolu Selçuklularında  kadıaskerlik kurumu vardı.
    Osmanlı örfi hukukunun gelişmesinde Fatih devri kesin bir dönüm noktasıdır. Osmanlı teşkilatının ve hukukunun, onun tarafından Bizans örnek alınarak meydana getirildiği varsayımı hayli abartılıdır. Ama, Köprülü’nün  de işaret ettiği gibi, vergiler ve başka alanlarda, bazı örfi kanun ve kurumlarda Bizans örneklerinin devam ettiğini son araştırmalar ortaya koymaktadır. Fatih’ten önce Müslüman hükümdarlardan Selçuklu Melihşah’ın, Delhi sultanlarının, İlhanlıların kanunnameler çıkardıkları  işaret edilmiştir. Fatih’in, biri devlet teşkilatına, öteki reaya ile ilgili idare, maliye ve ceza alanlarına ait çıkarmış olduğu iki kanunname, bab ve fasıllara ayrılmış, olabildiği kadar sistemleştirilmiş resmi kanun kodlarıdır. Bu kanunların ve teşkilatın büyük bir bölümünün, Fatih’in hatt-ı hümayununda da söylendiği gibi, ondan önceye ait olduğuna kuşku yoktur. ”Kanunumdur” veya “Emrim olmuştur” ifadelerini kullandığı noktalarda dahi, Fatih’in çok kez eski teamül ve kuralları onaylamaktan başka bir şey yapmadığı söylenebilir. Fakat “defter ve nişancılık verilmek Sahn müderrislerine dahi kanunumdur” dediği zaman bu kuralın, kendisi tarafından konduğu kuşku götürmez. Osmanlı devletinin sınıflar statüsüne ait temel anlayışı, askeri ve reaya statüsündeki temel ayrılık prensibini yansıtır. Askeri içeriğine, devlet hizmetinde olup berat ile maaş alan bütün sınıflar girer. Onlar kadı askerlerin  hükmü altındadır. Reaya, askeri sınıf dışında vergi veren bütün tebaa, tarımcı, esnaf ve tüccardır.

(3) Şeri’at ve Kanun, Din ve Devlet
   İslam’ı incelerken temel olarak iki farklı yaklaşım gerçekleştirilmiştir. Dinin sıkı yorumu, yalnız Kur’an ve Sünnet’te ortaya konan İslam’ın değişmez ve ebedi ilkelerine dayanan bir yorum önermektedir. Bu temel kaynaklardan getirilen delillerle, “ hakimiyetin Allah’a ait olduğu; aslında kainatın bir olan Allah’ın mülkü olduğu ve bu yüzden hukukun bir tek kaynağı bulunduğu” belirtilmiştir. Buna göre, Allah’ın emirleri, insan topluluklarını, devlet de dahil, bütün cihanı yönetir. Kanun yapan, koyduğu kanunun İslam Şeri’atı’na uygun olduğundan emin olmak için her zaman kendini, dini otoritenin fikrini almaya zorunlu hissetmiştir. Bu düşünce okulu, büyük imamların birincil kaynaklara dayanarak getirdiği yorumun dışında herhangi bir yeniliğe, bid’ata izin verilmeyeceğine inanmıştır. İslam tarihinde, en azından belli bir dönemden sonra, yalnız Sultan’ın mutlak yetkisiyle çıkarılan ve uygulanan kanunlar da mevcut olmuştur. Bağımsız bir hukuk, bağımsız bir siyasi yetkinin varlığını gerektirir. Burada İslam için temel soru, ayrı bağımsız bir kurum olarak böyle bir siyasi otoritenin İslam’da bir gereklilik olup olmadığıdır.
Ne var ki, bağımsız sırf dünyevi bir otoritenin oluşturulması, aynı zamanda bağımsız bir kanun yapıcı otoritenin de kurulması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, zamanla, Şeri’at’ın çözüm için bir kural koymadığı durumlar ortaya çıkmakta idi. Fetva kurumu, her zaman, özellikle kamu işlerinde yeterli değildi. Sultan tarafından verilen hükümler, bazen Şeri’at’la uyumlu görünmese bile, sivil otoritenin devamı ve Müslümanların hayrı için zorunlu kabul edilerek uygulama alanına konmuştur. Bu kurallar, tamamen bağımsız bir hukuk konusu olarak, Şeri’at ile yan yana mevcut devlet hukuku anlamına gelen ‘kanun’ veya ‘zevabit’ terimleriyle adlandırılmıştır. Başka bir değişle, burada da, İslam’ın ve halkın hayrı prensibi, bağımsız siyasi otoriteyi ve onun kural koyma gücünü geçerli kılan ilke olarak kabul edilmiştir. Aynı mantık, Sultan’ın otoritesinin bağımsız niteliğini ve bağımsız kanun yapma yetkisini savunmak için Osmanlılar zamanında da tekrarlanmış, bu durumu ifade için daima ‘Şer’ ve Kanun’ ve ‘Din-ü Devlet’ terimleri kullanılmıştır.
Devlet hukukunu oluşturmaya gelince, bu süreç üç kaynağa indirgenebilir. İlkin, çoğu kanun veya kanunnameler, kaynağı bakımından, nesiller boyunca halk tarafından izlenen ve uygulanan yerel örf ve adetleri esas almaktadır. Hükümdarın yaptığı, sadece, bunlara hukukilik kazandırmaktan ibarettir. Böylece, Sultanın örfü, yahut dünyevi otoritesi, yerel adetleri devlet hukukuna çeviren anahtar etmendir. İkinci kaynağa göre hükümdarın egemen gücü, eski İran ve Türk kaynaklarından gelen uygulama ve kavramları devlet hukukuna dönüştürmekte idi. Üçüncü olarak, günün ihtiyaçlarına cevap veren fermanlar, genel kurallar içerdiği zaman birer kanun niteliğini kazanıyordu.
Büyük sultanların hizmetindeki bürokratlar, ‘hükümdara öğüt (nasihatu’s – selatin) edebiyatı içerisinde, bu uygulamaları ve kavramları sunmuşlardır. Bu tür eserler, sadece hükümdarları aydınlatmakla kalmamış, aynı zamanda bürokratlara ve devlet adamlarına da kamu idaresinde yol göstermiştir. Osmanlılar’ da Şeri’at’tan bağımsız olarak ortaya çıkan geniş kanun yapma faaliyeti, bu nasihatnameler tarafından sağlanan fikirleri izlemiştir.

(4)  Şikayet hakkı:  Arz-i Hal ve Arz-i Mahzar’lar
Orta-Doğu devlet ve hükümet sisteminin temel prensibi, özel bir yorumu olan adalet kavramına dayanır. Bu adalet kavramı, halkın şikayetlerini doğrudan doğruya hükümdara sunabilmesi ve onun emriyle haksızlıkların giderilmesi demektir. Divan-ı Hümayuna yapılan başvurular, sultan daima orada hazır bulunduğu inancıyla, doğrudan doğruya Sultana yapılmış başvurular sayılır. Tanrıdan başka kimseye karşı sorumlu olmayan tek otorite olarak, haksızlığı giderebilecek en yüksek otoritedir. O, kendisinin otoritesini temsil edenlerin hepsinin üstündedir. Ve onların yetkiyi kötüye kullanmalarını ancak O bertaraf edebilir. Bir kelime ile, hükümdar adaletin son başvuru yeridir, bu nedenle de adaletin yerini bulması için toplumda herkes, birey olarak yahut toplu halde ona şikayetini götürebilmelidir. Başlıca şikayet konuları şu kategorilerde toplanabilir:
1.    Kadının verdiği hükmü tanımayan ve gereğini yerine getirmeyenlere karşı şikayet.
2.    Kişiler arasında hak davaları.
3.    Askeri sınıftan olanların, kanun dışı reayadan eşya ve para almalarının önlenmesi.
4.    Halkın kanuna aykırı alınan vergilerden şikayetleri.
Şikayet defterleri, başındaki cümleden de anlaşılacağı üzere, şikayetler üzerine yazılan padişah hükümlerini içerir. Reayanın sundukları “arz-i hal” dir.Yahut kadı doğrudan bir şikayet konusu için mektup veya arz gönderebilir. Şikayet konusuna gelince, şikayet için arz veya arz-i hal gönderilmesi, ilgilinin mutlaka bir zararını veya uğradığı bir haksızlığı gidermek için olmalıdır. Zarar gören taraf, bir şahıs, bir grup veya bir kurum (vakıf gibi) olabilir. Haksız ve zararlı durum, eşkiyanın veya memurların soygunculuğu, bir mahkeme kararını tanımama, borcunu ödememe, genellikle kanuna aykırı hareketlerden doğma olabilir. Bir yöre halkının yıkık bir köprünün tamiri için başvurmaları da aynı kategoride sayılır. Şikayet defterlerindeki hükümlerin yazılmasına temel olan vesika, ‘arz veya arz-ı hal’dir. Toplu halde yapılan şikayet arzlarına genellikle arz-i mahzar denir.

(5)  Adaletnameler
 Adaletname, devlet otoritesini temsil edenlerin, reaya’ya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarını, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan beyanname şeklinde bir Padişah hükmüdür.Adaletnamelerde, kökünü eski İran imparatorluklarına kadar götürebildiğimiz Orta-Doğu devlet ve hükümdar anlayışı en belirli ifadesini bulur. Burada, hükümdarın, bütün otoriteler, kanun ve nizamlar üstünde olan mutlak otoritesi, bir haksızlığı bertaraf etmek için en son tedbir olarak ortaya çıkar. İlk Osmanlı hükümdarlarının, Orhan’ın ve II.Murad’ın, sabahları saray kapısı önünde yüksek bir yere çıkarak doğrudan doğruya halkın şikayetlerini dinlediklerini ve hüküm verdiklerini biliyoruz ki, bu geleneğin bir devamından başka bir şey değildir. Divan-i Hümayun’un ilk ve en önemli ödevi, şikayet dinlemektir. 1702 de eşkıya Eyüboğlu’nu payitahtta koruyan devlet adamlarına karşı halk” burada adalet icra olunmazsa nereye varalım” diye bağırıştılar. Padişah Adalet Köşkü’nde bunu duydu ve ertesi günü olağanüstü bir divan toplanarak Eyüboğlu’nun idamına karar verildi. Osmanlı kanun koruyucusuna göre, bid’at, haksız yenilikler, “şer’e ve örfe ve emr-i padişahiye ve kanun-i kadime ve deftere “ aykırı olan şeylerdir.  
 Vilayetlerde kadılar, halkın toplu şikayetlerini arz-i mahzar denilen bir yazıyla Sultan’a arz etme yetkisine sahiptiler. Osmanlılardan önce padişahlar birtakım haksızlıkların ve özellikle haksız vergilerin kaldırıldığını ilan eden hükümler çıkarır ve bu hükümleri eyaletlerde otorite sahiplerine karşı herkesin görebileceği yerlere, büyük camilerin duvarlarına veya şehirlerin giriş kapısına taş kitabe halinde koyarlardı. Adaletnameler de yaygın bir hal alan birtakım haksızlıkları, Padişahın yasakladığını halka ve görevlilere bildiren bir genel beyannameden başka bir şey değildir.
     Öşür yerine harac-i mukaseme olarak mahsulün beşte biri alındığı zaman salarlık vergisi alınamazdı, fakat bazı timar sahiplerinin onu da almaya çalıştıkları saptanmıştır. Bazı vergilerin toplama zamanı da yolsuzluğa yol açar. Mesela bazı sipahiler, koyun resmi, dönüm resmi gibi birtakım resimleri tahsil zamanı gelmeden almaya kalkışırlar.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul fethinden az sonra yayınladığı reaya kanunnamesini ‘atası ve dedesi kanunu ‘ olarak bildirir. Gerçekten de bu kanunname, o tarihe kadar Kanun-i Osmani’nin aldığı şekli açık bir şekilde gösteren en eski kaynaktır. Kanunnamelerde beylerin yaptığı bazı salmalara, bilhassa arpa ve buğday salmalarına ancak bazı seyrek durumlarda müsaade olunmuş, bununla birlikte salmaların miktarı dikkatle sınırlandırılmış, reayanın gelişigüzel soyulması önlenmek istenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrine kadar genellikle öşür onda bir alınabilirdi. Hububatta salarlık ile birlikte bu nispet sekizde bire yükselirdi. Anadolu’da ve Rumeli’de müslüman ve hristiyan reayaya aynı nispet uygulanırdı. Adaletnamelerin halka duyurulması şarttır. Bunun için vesikanın bitiş protokolunda, genellikle halkı toplayıp adaletnameyi önlerinde okutması ve içindekileri iyice anlatması kadıya emredilir. 

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı

Osmanlı’da Milletler ve Diplomasi, Prof.Dr. İlber Ortaylı, 2008, İstanbul
Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan farklı dinlere mensup olanlarla ve çevre ülkelerle ilişkiler
        (1)    Osmanlı Yönetiminde Dini Gruplar
            İmparatorluk, dinler bakımından çok renkli ve kalabalık bir listeye sahipti. Türkiye, bugünkü sınırları içinde dahi, dünyada pek az ülkede rastlanacak dini bir çeşitlilik gösterir; Rum Ortodoks Kilisesi, Ermeni Gregoryen, Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Süryani Ortodoks (Süryani Kadim), Süryani Katolik, Kaldani eski kilisesi ve Kaldani Katolik, Nasturi Kilisesi. Çok tekrarlanan bir söz de; “Memleketimizin yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır” sözüdür. Mezheb, akide, ibadet biçimleri itibariyle renklilik ve bölümlenme Müslümanlar için de söz konusudur. Yani, Türkiye aslında sayılamayacak kadar çok dini cemaatin ülkesidir. Bu kadar çeşitlilik ancak Amerika’da olur, ama orası göçmen ülkesidir, burası ise dinlerin otokton (yerli) toprağıdır. Tüm bunlara rağmen, Türkiye’de insanlar dinleri tanımazlar ve merak etmezler. Hıristiyanlar da Müslümanlığı tanımazlar. Kısacası, kapalı kompartımanlar halinde yaşayan bir toplumduk ve halen de öyleyiz. Din kültürüne karşı ilgi ve bilgilenme olayı bizim toplumumuzun üyelerine gerçekten uzaktır. Dinle ilgili laik bir tutum, merak ve hoşgörü ciddi bilgiyle temellenmiş değildir. Ortodoks Kilisesi ve inancı da bu bilgisiz-lik havasının dışında kalmamıştır. Evvela, ortodoks kelimesi yanlış değildir, fakat tam doğru da değildir. Ortodoks bilindiği gibi sapmaz, doğru inançlı adam demektir. Bu bir vasıflandırmadır. Ama patrikliğin adı Ortodoks Patrikliği değil, Ökümenik (Üniversal) Patriyark’tır. Kilise bütün dünyaya hükmettiği iddiasındadır. Tabii bu iddia gerçekle bağdaşmamaktadır. Ortodoks Kilisesi aslında Türkiye topraklarında, ortaçağda yeşeren, gelişen bir müessesedir ve elan bu dinin mühim merkezlerinden biri ve birincisi İstanbul’dadır. Katoliklikle Ortodoksluk arasında büyük fark vardır. Hem kilisenin birliği bakımından hem dayandıkları kültür ortamı bakımından çok farklıdır. İki dini grup arasındaki asıl mesele, Papa’nın ulûhiyet iddiası ve üstünlüğüdür. Ortodoks Kilisesi bunu kabul etmi-yor. Çünkü Ortodoks Kilisesi’ne göre, üç derece vardır ruhban arasında: bildiğiniz keşiş, sonra papaz, yani cemaati aydınlatan, ibadeti yaptıran ve nihayet piskopos. Patrik ise, ilahi bir makam değildir; piskoposlardan birinin idareci-koordinatör olmasıdır. Yani Ortodoks Kilisesi’nde aslında ulû-hiyet kesbetmiş tek bir yüksek ruhani yoktur. Hâlbuki Roma Kilisesi’nde Papa’ya bu ulûhiyet veril-mektedir. Hele 19’uncu yüzyılda Papa’nın yanılmazlığı da kabul edilmiştir ve hükümleri tartışılmaz olmuştur. Katolik Kilisesi büyük bir dünyevi kuvvettir. Roma’daki Papa’nın yanında en güçlü rahip-kardinal, aynı zamanda. dışişleri bakanı olan bir devlet sekreteri vardır. Bütün dünyada yatırımları olan, bankaları ve emlaki olan, hayır kurumları, propaganda misyonları, sağlık kurumları vs. olan bir teşkilattır Vatikan. Hâlbuki Ortodoks Kilisesi için böyle bir renklilik ve güç söz konusu değildir. Bugünkü Ortodoks Kilisesi’nde belki bir tek standart unsur vardır; bir tek renk vardır; o da Hellenizmdir. Görünüşte Ortodoks Kilisesi dünyevi iktidarla, siyasetle Katoliklerden daha fazla uğ-raşıyor gibidir. Görünüşte çünkü; Katolikler siyasetle daha az uğraşmıyorlar, ama onu örtüyorlar, daha kozmopolit bir görünümleri vardır. Normal olarak Hıristiyanlıkta başından beri beş patrik var-dır. Patrik dediğimiz, aslında yalnız bölge piskoposları arasında önde gelenlerdir. Bunlar Roma, İstanbul, Antakya, Kudüs, ve İskenderiye patrikleridir. Roma, bu beş patrik içinde protokolde önde gelenidir. Bu en büyük beş piskoposun içinde İstanbul hariç, diğerleri; yani Roma, Antakya, Kudüs ve İskenderiye, Hıristiyanlığın neşet ettiği, ilk cemaatlerin oluştuğu makamlardır. Bunların içinde sadece İstanbul’un bu vasfı yoktur. İstanbul doğrudan doğruya Konstantinos devrinde, artık Hıristi-yanlığın resmen tanındığı Büyük Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğu için oradaki piskoposa da patriklik izafe edilmiştir. Roma ayrıldığına göre, bugün geride dört patrik kalmıştır. Ortodoks Kili-sesi de bu esasa göre bölünmüştür. Bu dört patriklik görünüşte birbirinden müstakildir. Aslında iliş-kilerine Ortodoks inancın ve Helenliğin getirdiği bir bağ egemendir. Bu dört patrikliğin daireleri bel-lidir. Antakya, aşağı yukarı bugünkü bütün Suriye, Lübnan ve Antakya ve Hıristiyanların bulunduğu Kilikya ve Yukarı Mezopotamya’yı kapsıyor. İskenderiye Patrikliği ise, güya bütün Afrika’yı içeriyor. Kudüs Filistin’le ilgilidir, yani İsrail ve Ürdün’ün batısıyla sınırlı bir dairedir. İstanbul Patrikliği dendi-ğinde de dünyanın geriye kalan bölgeleri üzerindeki bir ruhani örgüt söz konusudur. Tabii bu geniş alan için “güya” deyimi kullanmak gerekir. Bu patrikhanenin kontrol ettiği dünyadaki merkezlere ya-kından bakılacak olursa hiç de sanıldığı kadar çok olmadığı görülür. Amerika üzerinde kontrolü vardır. Avustralya için de aynı şey söz konusudur. Çok daha ilginç bir durum, patrikhaneye bağlı Finlandiya’daki Ortodoks Kilisesi’dir. İşte İstanbul’daki Ökümenik Patrikarya’nın nüfuzu budur. Sa-yacak olursak: Türkiye’deki iki bin beş yüz Rum-Ortodoks, Avustralya ve Amerika’daki bir milyonu aşkın kişiyle, Finlandiya’daki yirmi bin kişi. Hepsi budur. Fener’in bütün beynelmilelliği, ruhani alanı bundan ibarettir. Rum-Ortodoks Kilisesi’nde Yunanlı ruhbanın ve Yunan dilinin kesin hâkimiyeti vardır. Bu yüzden Ortodoks inanca mensup sair etnik gruplar bir memnuniyetsizlik içindedirler. 19’uncu yüzyıldan beri Rum-Ortodoksinin yanında Grek-Katolik Kilisesi’nin güçlenmesi bu yüzden-dir. Kudüs Patrikliği’ndeki Ortodoks manastırları artık bomboştur. Buna rağmen Yunanlılık Rum-Ortodoks Kilisesi’nin vazgeçemeyeceği bir unsurdur. Fatih İstanbul’u fethettikten sonra, protokolde Ortodoks patriklerine tarihte gösterilmeyen bir yer vermiş, iltifat etmiştir. İlk patrikhane o zaman Pammakaristos Kilisesi idi. Fakat 16’ncı asırda, bugünkü yerine, Aya Yorgi Kilisesi’ne (Fener) geç-ti. Fener aslında eskiden beri Bizans Patrikhanesi’nin bulunduğu, Rum aristokrasisinin bulunduğu bir yer değildi. Sonradan olmuştu. Osmanlı devrinde Bizans’taki durum yeniden restore ediliyor; Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan İstanbul’a bağlanıyor ve patrik birinci dereceyi alıyor. Osmanlı idaresinin burada en önemli yanı, manastırların otonomisini tanımış olmasıdır. Dolayısıy-la, Hellen asıllı olmayan Ortodokslar kendi manastırlarında eğitim görmek, araştırma yapmak, kü-tüphanelerini kurmak gibi görevleri rahatça yapabiliyor. Osmanlı politikasının manastırlara bu ö-zerkliği tanıması, Fener’in bütün üstünlüğüne rağmen, Slavların Hellenizasyonunun önlenmesinde etkili olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda kilise deyince akla ilk önce “Rum-Ortodoks Patrikhane-si” ve buna tabi Hıristiyanların gelmesi doğaldır. “Frenk’in ekmeğindense Türk’ün kılıcı evladır.” zihniyeti 15’inci yüzyıl boyu Batı ve Doğu kiliselerinin birleşmesine haklı olarak karşı çıkmış, İstan-bul’un fethinin tamamlanmasıyla imparatorlukta imtiyazlı ve diğer gayrimüslim tebaaya karşı son derece üstünlüğü olan bir kurumun ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Ancak, Tanzimat dönemi re-formları bir yerde klasik Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin ve hatta Ermeni-Gregoryen Kilisesi’nin e-rime tarihidir denebilir. Bu erimenin nedeni Batı’nın dini propagandası kadar, imparatorlukta doğan yeni Osmanlı dünya görüşü ve laikleşmeye başlayan eğitim ve basındır. Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi, çok önceden kiliseye bağlı muhtelif dilden etnik cemaatlerin içinde doğan Batı Avrupa tesirine ve özellikle laikleşme eğilimine karşı mücadele vermek zorunda kalmıştır. Nihayet, ulus-laşma çağında kilise günden güne nüfuz alanının daraldığını görmüştür. Aslında uluslaşma çağın-da görülen ulusal kiliselerin Fener’den kopma süreci, Balkan kavimlerin tarihinde yatan eski bir ör-gütlenmeye de dayanmaktadır. Sırp ve Bulgar kiliselerinin ayrılmasında bu özellik göze çarpar.
            Osmanlı meşrutiyetinin siyasal ve sosyal tarihi içindeki en ilginç unsurlardan biri de Osmanlı Museviliği’dir. 1908 Temmuz’unda Osmanlı İmparatorluğu’nda meşrutiyet ilan edildiğinde, Musevi milleti ilginç bir sosyo-politik konumdaydı. İkinci Meşrutiyet yıllarında Osmanlı Musevilerinin genel durumu şöyle özetlenebilir; coğrafi yönden Museviler, imparatorluğun en geniş alana yayılan grubudur. Bütün Arap vilayetlerinde ve eski Osmanlı egemenlik bölgeleri olan Mağrib ve Mısır’da, Trablusgarb’da, Yemen, Suriye, Lübnan ve Filistin dışında Mezopotamya ve Güneydoğu Anado-lu’da, Orta Anadolu’da, özellikle Batı Anadolu’da her kentsel merkezde ve İzmir’de geniş bir cema-at halinde yaşıyorlardı. Avrupa eyaletlerinde de Bosna, Güney Bulgaristan ve Makedonya’da birçok kentte Musevi cemaatine rastlamak mümkündü. Siyonizm 19’uncu yüzyılın bütün ulusalcılıkları gibi laik bir ulusçuluktu. Yahudi dini ve akaidi kadar, Avrupa muhitinin etki ve tepkileri içinde yeşeren bir düşünceydi ve yayılıp geliştiği alan itibariyle Siyonizm, Doğu Avrupa ulusçuluklarından biridir. Kuş-kusuz vatan edinmek emelindeki bir hareket olarak, izlediği politika çok farklı olacaktır. İşte bu fark-lılık dolayısıyla da Siyonizm Osmanlı ülkesinde gerek Museviler gerekse yöneticiler ve aydınlar ta-rafından değişik biçimde algılanmış ve değişik tepkiler yanında, bazen göze çarpacak ölçüde tep-kisizlik ile karşılanmıştır. Osmanlı Museviliği 19’uncu yüzyıl Avrupa kültürüyle geç temasa geçmişti; ulusçuluğu soyut bir kavram olarak öğrenip hayata uygulaması hem bu açıdan hem de coğrafi da-ğınıklığı dolayısıyla beklenemezdi. Diğer yandan, Balkan ulusları, özellikle Hıristiyan unsurlar ulus-çuluğu 18’inci yüzyıl sonundan beri birbirinden öğrenmiş ve Osmanlı yönetimine karşı başlangıçta birbirini desteklemiştir. Siyonizm, Avrupa’nın 19’uncu yüzyıldaki laik ırkçılığına tepki olarak çıktı. Gettodan çıkmayı ümit eden Avrupa Yahudileri, eski Hıristiyan antisemitizminin ırkçı bir nitelik ka-zandığını gördükten sonra, Yahudi vatanı için daha somut bir program ve hareketin etrafında top-lanmaya başladı. Çeşitli çevrelerin Siyonizm’e karşı tepkisi farklıydı. Osmanlı yöneticileri, Siyonizm konusunda şüpheci olmakla birlikte, zaman zaman takdirden ve hatta Siyonistlerle temastan çe-kinmemişlerdir. İttihat ve Terakki liderleri Osmanlılaşmayı şart koşarak, Filistin’de Yahudi varlığını kabule eğilimli görünüyorlar. Osmanlı Musevilerinde de bu dönemde Siyonizm’e karşı suskun ve ihtiyatlı bir tavır gözlemleniyor. Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Siyonizm’in Os-manlı Musevileri arasında ne gibi bir etki kurabildiğini de araştırmak ihmal edilmemesi gereken bir konudur. Osmanlı’da ve yeni Türkiye’de Musevilerin siyasal tutumu ve toplumla bütünleşmeleri ge-nelde çok özgün bir nitelik gösterir. Onu genel Musevi tarihi veya anti-Siyonist neşriyata bakıp de-ğerlendirmek mümkün değildir.
             Dini ve vicdani serbesti, İmparatorlukta o güne kadar (Tanzimat dönemi) görülmeyen ve tarihçiliğin de gözünden kaçan bir gelişmeyi ortaya çıkardı; o vakte kadar dinini gizleyen ve şek-len Müslümanlığı kabul etmiş bazı gizli Hıristiyan cemaatler asıl dinlerini açıklamakta bir beis gör-mediler. İlginçtir ki, İslam şeriatına göre bir tanassur sayılabilecek bu olayın, pek de öyle değerlen-dirilmediği ve hatta göz yumulduğu görüldü. Bilindiği üzere İslam devletinde ve klasik Osmanlı top-lumunda bir gayrimüslimin sadece ihtida etmesi, yani İslam dinine geçmesi mümkündür. Bunun dışında Musevilikten Hıristiyanlığa yahut Müslümanlıktan Museviliğe geçiş gibi din değiştirmeler yasaktır ve tanassur olarak adlandırılmaktadır. Hiç şüphe yok ki, tanassur İslam devletinde ölümle cezalandırılacak bir suçtur. Durum böyleyken, Tanzimat asrının muhtelif dinden tebaa için eşitlik ve dini hürriyet alanında önemli bir aşama olarak saptanması kaçınılmazdır. Tanzimat döneminin etki-leri İmparatorlukta sanıldığından daha derin olmuştur. Taassup artıyordu, taasubun yanında din değiştirmeler görülüyordu. Hepsinden önemlisi birçok inanca salik cemaatlerin içinde, laikleşen ve dini amme hayatından çıkarmaya başlayan zümreler doğuyordu.
            19’uncu yüzyılda ABD, siyaset arenasına henüz büyük güçler arasında çıkmayan bir devlet olarak bilinir. Bu nedenledir ki, Osmanlı devlet adamları arasında ABD’ye karşı “ehven-i ser” (kötünün iyisi) bir güç olarak yaklaşma eğilimi beslendiğini biliyoruz. Daha 1876’da ABD ile Osman-lı ticareti, hacim bakımından dördüncü sırada yer alıyordu; ilk üçteki ülkeler sırasıyla Büyük Britan-ya, Almanya ve Fransa olmakla birlikte Rusya beşinci sıradadır. Fakat ticari faaliyet dışında, Os-manlı devletinin iç sorunlarına karşı diğer devletlerle kıyas edilmeyecek derecede yansız kalan ve karışmayan Amerika diplomasisinin bir konuda dinamik bir politika izlediğini görüyoruz: ABD va-tandaşlarının misyonerlik faaliyeti. Misyonerlik faaliyetinin desteklenmesi sonucunda 20’nci yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun her yerinde Amerikan eğitimi görmüş, Amerikan tarz-ı hayatı-na ve politikasına sempati duyan bir aydın tabaka yetişmişti. Naif bir dini inançla işe girişen, saf gayretli ve çalışkan ama Katolik Cizvitlerle karşılaştırılmayacak derecede politik nitelikten yoksun bu misyonerler, müstakbel ABD çıkarlarının ve başkaca bir yığın idari ve etnik problemin platfor-munu hazırlayan yarı bilinçli veya bilinçsiz öncüler olmuşlardır. Protestanlığı yaymak isteyen bu misyonerler, Müslümanlar ve Ortodoks Rumlar arasında şansları olmadığını çabuk anlamışlardı. Bundan sonra yöneldikleri asıl cemaat Ermeni Gregoryenler oldu. Amerikan misyonerlerinin faali-yet alanının genel olarak Suriye, Lübnan, Filistin, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya, Çukurova ve kısmen de Orta Anadolu olduğu görülmektedir. Sayılan bu bölgelerin etnik niteliğine bakıldığın-da da Amerika’nın Ermeniler ve Şark Katoliklerini kendine hedef olarak seçtiği söylenebilir. Osman-lı İmparatorluğu’nda ilk Amerikan okulu 1824’te Beyrut’ta açıldı. 1886 yılına gelindiğinde imparator-luktaki Amerikan eğitim kurumlarının sayısı 400’e yaklaşmıştı. Önceleri gerek hükümet gerekse her din ve ırktan ahali, bu okulların kurulmasını hoş görenlere, arazi ve bina kiralayan ve satanlara iyi gözle bakmıyordu. Ama Amerikan misyonerleri okul yanında, dispanser ve hastane açarak sağlık hizmetlerini de birlikte götürmek gibi bir yol izlediler. Açtıkları bu okullarda okuyanların dışarıda iş bulamaması söz konusuydu. Bu nedenle toplumda bulunmayan modern ve nadir zanaatların öğre-tilmesi için “industrial school”lar da kuruldu. ABD’nin Türkiye hakkında iyi hisler beslemediği, mis-yonerlerinin faaliyetinin daima bu yönde desteklendiği açıktır. Daha 1896’da Everett P. Wheeler: “Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul, hastane açıyoruz, ilaç götürüyoruz, modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türk bizi istemeyebilir ama oranın asıl sahibi Türkler değil ki…” diyordu. ABD gayrimüslim Osmanlı tebaasına en çok vatandaşlık hakkı veren bir devletti. Bu nedenle de Amerikan misyon mektepleri Osmanlı ülkesinde adeta Amerikan vatandaşı yetiştiren kurumlar ol-ma işlevini yükümlenmiş oldular.
            Osmanlı İmparatorluğu’nda “millet” şeklindeki örgütlenme kapsamında, “ehl-i kitap” veya “zımmi” statüsü altında İslam’ın tanıdığı farklı inanç toplulukları; özel statü, özel idari-mali dü-zenlemelerle idare edilirdi. Ruhani sınıfları ve yöneticileri belliydi, inançları açıktı ve sadece dini değil, dünyevi işleri de ruhani liderlerine bırakılmıştı. Bu arada inançlarını belli etmeyen, gizleyen veya daha ilginci, devletin inançlarını bilmezlikten geldiği gruplar da vardı. Şüphesiz gizli cemaatle-rin en ilginci; iyi incelenmeyen ve mensuplarının ritüelini, akidesini ve ibadet şekillerini açıklamadığı topluluk, “dönme” olarak da adlandırılan Sabetayistlerdir. Sözü edilen cemaatler İslam dini içinde kategorize edilirken rafizi (heterodoks) olarak adlandırılır; gene bazı yazarlar tarafından da yanlış olarak “harici” ismiyle anılan gruplardır. Bu kapsamda öne çıkan üç grup Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Yezidiler, Suriye-Lübnan-Filistin’de kalabalık bir grup teşkil eden, iyi teşkilat-lanmış, Arapça konuşan Dürzîler ve Anadolu ile Rumeli’nin her yerinde yaşayan Aleviler ve bazen Alevi diye anılmakla beraber, Suriye-Antakya bölgesinde yaşayan Nuseyrilerdir. 19’uncu yüzyıl bo-yu Osmanlı idaresinin en çelişkili politikası Yezidiler üzerindedir. İdare Yezidileri vergi, askerlik gibi konularda ne İslam ne de gayrimüslimler gibi muamele ediyordu. Diğer Müslümanlar gibi askerlik yükümlülüğü olan, kendilerinden cizye (capitation) alınmayan Yezidilerin, inançlarını terk etmeleri ise ısrarla ihtida ve İslam’la şereflenmek diye zikrediliyor. Oysa diğer gruplar için “tashih-i itikat” (i-nancı düzeltme) tabiri kullanılırdı. Benzer durumdaki Dürzîlerden de cizye gibi vergiler alınmaz ve kur’a-i şer’iyye usulü ile asker toplanırdı. Dürzîler, Sünni-Hanefi hukuku tatbik ettiklerinden kamu hayatında bir sorun teşkil etmiyorlardı. Dürzîler güçlü bir baskı grubuydu. II’nci Abdülhamid devrin-de Dürzîlerin Osmanlı sistemiyle bütünleşmeleri için okul açma faaliyetine hız verilmişti. Babıâli’nin görmezlikten geldiği bir diğer rafizi grup da Aleviler ve Nuseyrilerdir. Babıâli Nuseyrileri sadece heretique veya sapkın olarak görüyor; tabii bu gruptan gayrimüslimler gibi cizye almıyor ve onları resmen bir gayrimüslim (millet) olarak görmüyordu. Şayet bunlar Sünni olduklarını veya bu görüşü kabul ettiklerini söylerse, tashih-i itikat deyimi kullanılıyordu. Babıâli, misyonerlerin Nuseyri liderle-rini mali yönden desteklediğini, karşı tedbir olarak aynı şeyin yapılması gerektiğini düşünüyordu. 19’uncu yüzyıl boyu Nuseyriler hakkında kullanılan ifadeler veya resmi yazışmalarda ortaya konan görüşlerin benzerine, Anadolu Alevileri hakkında şahit olmak mümkün değildir. Muhtemelen bu ko-nudaki suskunluk, devletin Alevi grupların farklı ritüelini görmezlikten gelmesi ile izah edilebilir. Ahmed Cevdet Paşa, birçok din ve mezhep üzerinde bilgi verip yorum yaptığı halde, Alevilik konu-sunda susmayı tercih etmiştir. Kuşkusuz Osmanlı idaresi, Basra vilayeti gibi yerlerde İranlı Şii ule-manın propagandasına karşı tedbirler alıyordu (mezheb-i Şia’nın men’i için). Bu mezhebi yayan İranlı ulemaya karşı bölgeye özel maaşlı müderris ve din görevlileri tayin ediliyordu. Fakat Şia’nın akide yönünden sözünü ettiğimiz mezhep ve inançlar gibi mütalaa edilmediği; siyasi bir akım olarak ciddi bir tehlike diye görüldüğü açıktır.
            1826’da Yeniçeri Ocağı büyük olaylar, kanlı katliam ve bir ihbar furyası içinde kaldırıl-dı. Bu, o dönemin toplumunu ve olayları gözlemleyenleri sarsan ve belki de Sultan II’nci Mahmud’un “adli” unvanı üzerinde düşünmeyi gerektirecek, bir despotik devirdi. Yeniçerilerle birlik-te imha edilmesi, hiç değilse sindirilmesi gerekli görülen bir zümre de Bektaşi tarikatı mensuplarıy-dı. İşte bu karar, birçok kimsenin de yerli yersiz suçlanması, sürülmesiyle sonuçlanan bir ihbar me-kanizmasını doğurdu. İstanbul’un ulema ve üdeba muhitinden bazı insanları karalamak için olayın iyi bir fırsat olduğu anlaşılıyor. Bektaşilerin takibinin nedeni, onların Yeniçeri zümresi üzerindeki dini eğitimi ve tarikatın ruhani tesir vehmidir. Tanzimat dönemi bürokratları, II’nci Mahmud devrinin aksine, Bektaşilik ve Melamilikle böyle amansızca uğraşmak yöntemini terk ettiler. Zamanla bu ta-rikatların bir rehabilitasyonu da sağlandı. Fakat genelde bütün tarikatlar üzerinde gözetleme, dene-tim ve sınırlayıcı bir mekanizma geliştirdiler. Tekke devlete yamandı, devlet tekkenin gözeticisi ve hamisi oldu. Devletin Vehhabilik ve İsmailiye gibi mezhebleri tanımadığı, hoş görmediği, buna kar-şılık, Dürzîlik ve Yezidilik gibi inançları İslam inanışı dışında gördüğü halde, idari yönden sabır gös-terip, eritme ve sakinleştirme yoluna gittiği biliniyor. Aynı şekilde tarikatlar için de benzer tavır söz konusudur. Hurufilik hoş görülmemiş ve 15’inci asırda mensupları takip, te’dip ve idam edilmiş; Ti-canilik tarikatı İslam akidesine aykırı görülmemiş ve fakat resmen tanınıp himaye görmemiştir. II’nci Mahmud’dan sonra Bektaşilik yeni bir yaşam tarzı, bir ritüel benimsedi ve bir tür takiyye yoluna saptı. Diğer tarikatlara, hatta Nakşibendiliğe sızdılar. Bugün Bektaşilik, Melamilik gibi düzenli bir tarikat değildir. 1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması Cumhuriyetin icat ettiği bir radikalizm ol-maktan çok, kökleri Tanzimat’a kadar uzanan bir resmi kontrol ve şüpheciliğe dayanmaktadır.

        (2)    Osmanlı-Yunanistan İlişkileri
            Yunan ayaklanması 14 Eylül 1829 Edirne Antlaşması’yla bitti. Bu, İmparatorluk tarihin-de ilk toprak kaybı değildir. 1699’dan beri Osmanlı İmparatorluğu Avrupa eyaletlerini kaybetmek-teydi. Fakat Yunan bağımsızlığı, Avrupa müdahalesiyle desteklenen ilk geniş ulusal ayaklanmadır ve bu ulusal ayaklanmanın bağımsızlıkla başarıya ulaşması çarpıcı bir olaydır. Yunan bağımsızlığı ile Pelopones’in güneyinde, sorunlar içinde küçük bir devlet doğmuştu. Bu devlet Avrupa müdaha-lelerine açıktı ve bağımsızlık daha ilk anda Avrupa’nın kontrolü ile başladı. Diğer yandan gerek ikti-sadi sorunlar gerekse bu devletin yaşaması, erkenden yeni bir ideolojiyi, “pan-Hellenizm”i sahneye çıkardı. Yunanistan istikbal için, var olan sorunlarına sabreden bir devletti. İmparatorlukta o vakte kadar Rum-Ortodoks cemaati, gayrimüslimler içinde en seçkin idari-adli statüye sahipti. Patrikhane Ortodoksların en yüksek mercii idi; imtiyazları diğer cemaatlerden fazlaydı. Üstelik bu kilise saye-sinde, Yunanca ve Roma Hukuku yaşayabiliyordu ve Balkanlar ve Ortadoğu’da yaygınlık ve üstün-lük sahibiydi. Osmanlı İmparatorluğu ile diplomatik ilişki kurmakta ilk hamle Yunanistan’dan geldi. 1834’te genç devletin önde gelen diplomatlarından ve geleceğin hariciye nazırı Zografos’un İstan-bul’a gelmesiyle ilişkiler başlamış oldu. Babıâli’nin gözünde bu dönemdeki yani 19’uncu yüzyıldaki Rum ruhbanı, “cahil ve yolsuzluk yapan” bir grup olarak, pek saygın olmayan bir şöhrete sahipti. Yunanistan dünyaya geldiği andan itibaren irredantist (kaybedilen ülke topraklarını geri isteyen) bir politika izliyordu. 1830 ve 1860’lar arasında bu politikanın Ege adaları, Girit ve İşkodra, Yanya, Se-lanik bölgesi ile sınırlı olduğu görülür. Yunanistan bu dönemde bütün Avrupa ve Rusya’daki Yunan-lı grupların maddi, manevi desteğiyle bir Helen diasporası halinde yaşama amacındaydı. Bu yay-gınlık Yunanistan’a bazı kazançlar sağladığı gibi, onun dış politika yönünden erkenden Avrupa’ya bağlanmasının ve özellikle de ülkenin yetişmiş insan ve aydın gücünü devamlı kaybetmesinin bir nedeni oldu. Yunanistan, Akdeniz ülkeleri içinde erkenden beyin göçüyle eriyen ve işgücünü kay-betmeye başlayan ülkelerin en tipik örneğidir. Diğer yandan Yunan Krallığı, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun Rumeli eyaletlerinde Yunanca konuşan halk arasında propaganda ve siyasi örgütlenme yoluyla etkinliklerde bulunmaya ve Balkanlar’daki diğer etnik unsurlarla çatışmaya başlıyordu. İşte bu dönem, Balkan ve Osmanlı tarihinin en karmaşık boyutlar gösteren bir devridir. Osmanlı eyalet-lerinde Yunanistan’ın kiliseyi kullanarak, Osmanlı Rum tebaasına propaganda yapmak istediği bili-niyor. Maamafih, Ortodoks Kilisesi’nin bu alanda müttehit ve kararlı hareket edebildiğini söylemek zordur. Bundan başka Ortodoks Kilisesi’nin rakibi Hıristiyan cemaatlerin de bu konuda Babıâli ka-dar önemli bir engel teşkil ettiği görülüyor. 1830-1870 dönemi incelendiğinde, Yunanistan sorunu-nun Osmanlı yönetimini en çok meşgul eden yanı, Hetairia çeteleri olmuştur. Sınırı geçen bu çete-lerle muharebe ve çatışmanın ardı arkası kesilmiyordu. Osmanlı resmi vesikalarında “Yunan eşkı-yası, Eteryalar, Eterya eşkıyası” olarak anılan bu gruplar Rumeli vilayetindeki asayiş sorununu had safhaya çıkarmıştı. Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması ve onun yanı başında Islahat Fermanı’nın ilanı nedeniyle, Batı Avrupa ve Osmanlı Devleti’nin uyumlu politika devri; Yunan Krallığı’nın Os-manlı Rumeli’sindeki bu tip faaliyetlerini bir süre için yavaşlatmasını gerektirdi. Fakat 1878 Berlin Antlaşması’ndan sonra Yunan dış politikası İngiltere desteğinde Balkanlar’da sıcak bir döneme gir-di. Osmanlı-Rus Savaşı sonucu ilk anda imzalanan Ayastefanos Antlaşması, bilindiği gibi Ege De-nizi’ne kadar inen ve Makedonya’yı da içeren bir büyük Bulgaristan yaratıyordu. İşte bu büyük Bul-garistan ön planda Yunan politikasını şoka itti. Ancak 1878 Berlin Kongresi’nin birinci antlaşmayı tashih edip Makedonya ve Batı Trakya’yı Osmanlı Devleti’ne iade etmesi, Yunanistan’a artık izle-yeceği politikanın kimlerle yandaş olacağını bir kere daha hatırlattı. Yunan Krallığı bu dönemde Batı Trakya’da Bulgar ahali ve Bulgar çeteleriyle, Makedonya’da ise Bulgar ve Sırp çeteleriyle mü-cadeleye başladı. İşte bu dönemden itibaren Makedonya ve Batı Trakya, Avrupa politikasının barut fıçısı haline geldi ve Yunan dış politikasının İngiltere, Fransa ve diğer Avrupa güçlerinin desteğini arama çabası arttı.
        (3)    Osmanlı-Rusya İlişkileri
            18’inci yüzyıl Türk-Rus ilişkileri veya Türk-Rus tarihi dediğimiz zaman, aslında sadece iki ülkenin tarihini değil, Avrupa tarihinin çok önemli bir dönüşüm noktasını ve içtimai ilimler bakı-mından çok önemli iki vakıayı, yani geleneksel iki cemiyetin modernleşmesini ve bu modernleşme-nin getirdiği kavgaları, gerilimleri ortaya koymuş oluruz. 18’inci yüzyılda Avrupa değişmektedir. Eski devlet düzenleri, merkeziyetçi hükümet sistemine dönüşmektedir. Eski toplum yapıları değişmekte ve Avrupa artık milli devletlerin ve milliyetçi ideolojilerin hükmetmeye başladığı bir toplum olmakta-dır. Nihayet üçüncü ve son safha olarak, Avrupa artık kesin bir üstünlük duygusunu (euro-centrisme) benimsenmekte, kendisini uygarlığın doruğu olarak görmektedir. Hiç şüphesiz, Osman-lı-Rus ilişkilerinin yoğunlaşması 18’inci yüzyılın olayıdır. Diplomatik ilişkilerin kurulması ise, 15’inci yüzyıldan itibaren söz konusudur. 15 ve 16’ncı yüzyıllarda Rusya ve Osmanlı ilişkileri ticaret ve sa-vaş etrafında döner. Rusya, Karlofça Antlaşması’na kadar İstanbul’la doğrudan ilişki kurabilen bir devlet değildi. Rus sefaret heyetleri İstanbul’la belirli mübadele sistemi içinde ilişki kurardı. 18’inci yüzyıl başlarında ise İstanbul’da Rusya mukim elçilik açmıştır. 18’inci yüzyıl boyu Rusya ile yapılan savaşlar kadar, ticaret ve kültürel ilişkiler de iki ülkenin tarihinde kalıcı izler bıraktı, çünkü ilişkiler kurumlaştı. Bundan başka, belirttiğimiz gibi, 18’inci yüzyıl iki imparatorluğun batılılaşma dediğimiz süreci yaşadığı asırdır. Bu önemli bir olaydır. Batılılaşan bu imparatorlukları Avrupa her şeye rağ-men kendinden saymıyordu. Avrupa’da avam ve havassın dışladığı bu iki imparatorluk şüpheyle bakılan dünya parçalarıydı. Nitekim Avrupa’nın anti-Rus ve anti-Türk tutumu, bu iki ülkede aydınlar arasında iki asırdır bitmeyen Batı ve batılılaşma kavgasına ve münakaşalı yorumlara neden olmuş-tur ve bu hal bir ölçüde devam etmektedir. Belirtildiği gibi, kendine dönük (eurocentrique) bir Avru-pa dünyası karşısında direnmek için yavaş yavaş o dünyayla bütünleşmek durumunda olan, yaşa-ma savaşı veren iki geleneksel Asya imparatorluğu vardı. Arnold Toynbee’nin teşhis ve yorumu doğrudur. Rusya Avrupalaşsa da, Avrupa’ya güvenemez ve Avrupalılar Avrupa kültürüne hizmet etse de Rusya’yı benimseyemez. Bu durum batılılaşan Türk İmparatorluğu için de söz konusudur. Bu iki imparatorluğun menşelerinde çok benzer taraf vardır. Çünkü bunlar, İran medeniyetinin, Bi-zans medeniyetinin, Moğol-Tatar hâkimiyetinin unsurlarını bünyelerine almışlardır. Birisi Müslü-man, öbürü Hıristiyan’dır, ama Ortodoks Rusya ile İslam adına mücadele eden Türkiye İmparator-luğu Avrupa’nın dışında ve karşısındadır. Batılılaşmaya rağmen de bu kaderi paylaşacaklardır. Av-rupa güvenilmeyen bir kültürel partner ve bu iki dünyanın ısınamadığı bir çevredir. 18’inci yüzyılda Rusya-Türkiye ilişkilerini üç devirde mütalaa etmek gerekmektedir. Birinci dönem, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan itibaren Mukaddes Liga dolayısıyla Osmanlı için Büyük Petro devri başlar. Bu dö-nemde Osmanlı yöneticileri henüz Petro Rusya’sının reformlarına şüphe ve hatta istihza ile bakar-lar. Gerçekte, 1711 Prut Seferi’nin tarihi tetkik edildiğinde, Osmanlı Devleti için Rusya askeri yön-den bir üstünlük göstermez. Prut Barışı sayesinde, Karlofça ve onu izleyen 1700 tarihli İstanbul Antlaşması’nın getirdiği kayıplar, Rusya’dan geri alınmıştır. Büyük Petro, Azak Kalesi’ni bu son ant-laşmayla almıştır. Fakat Karadeniz’e çıkamamaktadır. Çünkü Kırım yarımadasını ele geçirememiş-tir ve bu gerilimli durum, 1711’de XII’nci Karl’ın Osmanlı topraklarına sığınmasıyla birlikte Rusya’ya karşı bir savaşın açılmasıyla neticelenir. Rus tarih yazıcılığında, özellikle S.F. Oreşkova’nın da çok üstünde durduğu gibi, Fransa’nın bu konuda çok etkili olduğu ileri sürülmektedir. Aslında, Fran-sa’nın müstakil bir kuvvet olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya’ya karşı kışkırtmasından çok; devletin içyapısında, özellikle Kırım Hanlığı’nda Fransa’ya yönelik bir politika ve Rusya’nın muhalif-leriyle dostluk -Polonya’yla, sonra da İsveç’le- ve bu yüzden Kırım Hanlığı’nın Babıâli’yi, yani süzerenini Rusya’ya karşı savaşa sürüklemesiyle başlayan bir dönem söz konusudur. İkinci dö-nem, Çariçe Yelizaveta Petrovna (1741-1761) ile başlayan ve artık Osmanlı-Rus ilişkilerine, Avru-pa’nın önemli güçlerinin, yani Fransa, Habsburglar İmparatorluğu ve giderek, İngiltere’nin de karış-tığı ve iki devletin etrafında Avrupa kutuplaşmalarının meydana geldiği dönemdir. Avusturya ve Rusya müttefik haldedirler ve Osmanlı hayatında Rusya çok önemli bir yer işgal etmektedir; ilk ö-nemli Türk askeri reformları da bu devirde yapılmaktadır. Fransa’ya verilen devamlı kapitülasyon-larda bu göze çarpmaktadır ve devletin ideolojisinde ve hayatında da değişik bir bakış söz konusu-dur. Nihayet, üçüncü dönem, Büyük Katerina yahut II’nci Katerina devridir ki, özellikle Küçük Kay-narca Antlaşması ve buradaki ahkâmın ve durumun tamamen tasdiki ve Kırım’ın 1783’teki ilhakının da tasdiki demek olan 1792 Yaş Antlaşması’yla, Rusya’nın artık Osmanlı İmparatorluğu’ndan top-rak ilhak eden, üstünlüğü olan bir kuvvet olarak tanınması ve hepsinden de önemlisi, politik ve ide-olojik değişikliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. 18’inci yüzyıl Türk-Rus tarihinde dönüm noktasını, kuşkusuz, II’nci Katerina dönemi oluşturur. Anhalt-Zerbst Hanedanı’ndan gelen Alman prensesi, yani Çariçe II’nci Katerina’nın uzun hakimiyetiyle (1762-1796), Rusya tarihi hem aristokrasi ve mo-narşinin konumu açısından yeni ve sağlam bir evreye oturdu, hem Avrupa kültürü ve düşüncesi cemiyetin yüksek tabakası arasında yayıldı, hem de 19’uncu yüzyıl Rusya’sının gerçek temelleri atıldı. Bu dönemde Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nda en yaygın konsolosluk ağını kurdu. Rusya ve Türkiye imparatorlukları artık 150 yıllık bir süre için birlikte yaşama, devamlı savaş ve teyakkuz haline girdiler. 18’inci yüzyıl tarihimizde Rusya ile son savaş 1792 Yaş Antlaşması’yla bitti. 19’uncu yüzyılda, iki devletin ilişkileri yeni çevre şartları içinde gelişecek, toplumsal tarihimizde kalıcı etkileri olacaktır. Osmanlı İmparatorluğu, Aralık 1876’da meşrutiyet rejimini ve anayasayı ilan ettiği zaman, bu olay İstanbul’daki Rus diplomatlarını telaşa düşürür. İngiliz raporlarına göre, birisi şöyle demiştir: “Bu Osmanlı Devleti’nin bir meydan okumasıdır. Bizi parlamentosuz son Avrupa devleti olarak bı-rakma gayretini pahalıya ödeyecekler.” Üstünde durulmayan bir konu, iki devletin ve iki sistemin çok benzeyen kültürel yapısı ve batılılaşma programıdır. Rusya ve Türkiye kaçınılmaz olarak aynı dünyayı, aynı değerlendirmeyi paylaşmaktaydı.
        (4)    Osmanlı-Avusturya İlişkileri
            Osmanlı İmparatorluğu, 1739 Belgrad Antlaşması’ndan sonra sınır komşuları olan Avusturya, Rusya ve İran’la uzunca sayılacak bir barış dönemine girdi. 1768 Osmanlı-Rus Sava-şı’na kadar süren bu barış döneminin devlet hayatı kadar, kültür ve iktisadi hayatta da derin etkileri olmuştur. Bu gelişme Habsburglar monarşisinin güçlenme dönemine rastlar. Maria Theresia dö-nemi, Habsburglar monarşisinin Avrupa’da ılımlı bir politika içinde Osmanlı İmparatorluğu toprakla-rına, özellikle Balkanlar’a yöneldiği bir dönemdi. Avusturya’da 18’inci yüzyıl Maria Theresia döne-midir ve modernleşmenin yanında, Avusturya’nın Doğu Akdeniz, Mağrib ve özellikle Tuna boyunda önemli bir ticaret ve ulaşım devrimi oluşturduğu asırdır. Avusturya (Roma-Germen İmparatorluğu) birdenbire yüklendiği bu eski Akdeniz ticaretinin patronluğunu önce Fransa, 19’uncu yüzyılın başla-rında İngiltere lehine kaybedecekti. 1727’de yapılan bir seyr-i sefain ahidnamesi de, Habsburg ge-milerine Mağriblilerin resmi korsanlığına karşı garanti veriyordu. Habsburg gemileri bu sayede fiili bir kabotaj hakkı da elde ettiler ve Osmanlı limanları arasında yolcu taşımaya da başladılar. 18’inci yüzyıl Osmanlı-Habsburg ticaretinin bir özelliği de, eskisi gibi sadece lüks emtiaya değil; yarı ma-mul maddeye, hammaddeye ve manüfaktür ürünlerine dayanmasıdır. Avusturya manüfaktürünün ihtiyacı olan ipek ve özellikle ham veya eğrilmiş halde tiftik ve yün ve hatta pamuk büyük ölçüde Osmanlı ülkelerinden geliyordu. Gene Avusturya Balkan tütünlerinin başlıca alıcısı ve işleyicisiydi. Habsburgların Osmanlı ülkelerinden yaptıkları ithalat arasına, yüzyılın sonunda gıda maddeleri bile girmeye başladı. 19’uncu yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nda sivil reformlar devrini a-çan bürokratlarla, Avusturya’nın tutucu başvekili ve Napolyon sonrası Avrupa’da, Restorasyon’un mimarı olan Metternich arasındaki ilişkiler üzerinde çok durulmuş, farklı yorumlar getirilmiştir. 19’uncu yüzyılın ortalarında başlıca üç devlet vardı ki bunlar, eski Avrupa’nın yapısını sürdürmekte ısrar ediyordu: Avusturya, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu. Her üç devletin de gelişen ulusalcılık akımları karşısında yakın bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları açıktır. Fakat bu üç devletin içinde bu tehlikeye karşı en inatlı, kararlı ve acımasız bir politika izleyeni Metternich Avusturya’sıydı. Metternich’in izlediği Avrupa politikası, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğü açısından, Osmanlı devlet adamlarına çekici gelmiştir. Metternich’in, “İmparatorluk dış politikada güçlü olmak istiyorsa, içte de düzenini sağlamalıdır.” sözü Tanzimatçıların düsturu olmuştur. Tanzimat’ı gerçekçi bir gözle değer-lendiren ve destekleyen Metternich, kuşkusuz Tanzimat adamlarının her davranışını onaylamış değildir. Politikasının çizgilerine ve prensiplerine ters düşen her olaya ve alınan her karşıt tedbire karışmak, Metternich’in Restorasyon düzenini kurmak yolundaki başlıca göreviydi. Metternich 19’uncu yüzyılın ortasında, yeni Avrupa’nın direnişine karşı koyamadı. Oysa Tanzimat adamları, yeniliklere ılımlı bir üslupla uyum sağlamayı bildiklerinden, hem yaşadıkları zamanda hem de tari-hin önünde böyle bir yazgıdan ve yargıdan uzak kaldılar.
        (5)    Modernleşmenin Yeni Düşünce Dünyası
            Tanzimat dönemi, siyasal ve kültürel tarihimizde adeta bir tek kurumun doğuşu ve ge-lişmesiyle tanımlansa yeridir; bu da kitap ve özellikle süreli yayınlardır. 18’inci yüzyılda Türk mat-baası başarılı sınav verememiş, basılan kitap miktarı başlık ve baskı adedi olarak pek düşük dere-cede kalmış, matbaa, okuyanların hayatına girememiştir. Nedenleri ikidir. Evvela, hurufat farklılığı nedeniyle baskı ve dizgi teknikleri uyarlanamamış, ama asıl önemlisi, kitap okuma alışkanlığı yer-leştirilememiştir. Bu alanda dini nedenlerin ve despot idarenin rolü ise aslında tartışılmaya değer. Çünkü okuma alışkanlığı ve talebi olsa, birtakım eserlerin o devirde Venedik ve Viyana gibi Şark dillerinde matbaaların işlediği yerlerde, basılıp getirilip satılması pekâlâ mümkün olurdu. Osmanlılar okumaya kitapla değil, gazete ve dergi ile başlamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda esaslı biçim-de faaliyete geçen ilk matbaa, yani Türkçe basım yapan kurum, Mısır’da, Kahire yakınlarında Bulak kasabasında 1822’de kurulmuştur. Tanzimat asrı, gerek vesikaların özelliklerinin incelenmesi, yani diplomatika, gerekse bununla ilgili olarak bürokratik işlemlerin süreç ve usulünün incelenmesi ba-kımından kayda değer bir dönemdir. Bu kayda değerlik her şeyden önce bürokratik büyüme ve modernleşme asrının esas veçhelerini tetkik ve kavrama lüzumundan ileri gelmektedir. Buna rağ-men, Tanzimat dönemi Osmanlı paleografisi ve hele diplomatikası, meseleyi aydınlatan müstakil tetkikler şöyle dursun, küçük monografilere bile konu olmamıştır. Tanzimat asrı, bürokratik teşkilat ünitelerinde kadro ve işlem hacminin büyüdüğü, idari-mali-askeri yönden merkeziyetçiliğin arttığı bir dönemdir.